Karantina dönemi bitmesine rağmen ben uzunca bir süre o dönemden yaşadıklarımı, fark ettiklerimi paylaşacağım gibi, çünkü herkes durunca bende su yüzüne yakın ama koşturmadan ötürü de saklanan birçok durum kendini su yüzüne çıkardı ve ben nefes aldım.
Bu dönemde en çok şahit olduğum durumlardan bir tanesi zihnimin sesinin ne kadar ama ne kadar kuvvetli çıktığı oldu. “Onu yapmalısın, bunu yememelisin, şu eğitime katılmasın, sosyal medyaya bu kadar girmemelisin…” Susmuyor. İstekleri, ona göre yapmam gerekenler asla bitmiyor. Elinde sürekli sınırsız bir liste varmış da başımda neyi bitirsem bana nefes aldırmadan: “Haydi sıra diğer yapmamız gerekende! Durmak yok!” diyor.
Zihninin seslerinde oradan oraya koşuşturmaya çalışan, her şeye yetmeye ve yetişmeye çalışan bir insanın kendi ihtiyaçlarını görmeye, duymaya vakti kalır mı sizce? Hatta kendine ait ihtiyaçları olduğunu ne kadar hatırlayabilir; o da ayrı bir soru. Karantinanın ilk haftalarında Osho’nun beden meditasyonunu uygulamıştım birkaç gün ve bana çok iyi gelmişti o dönem ve sonrasında ara verip daha sonra tekrar yeniden yaparım diye düşündüm.
Birkaç hafta geçti ve ben “Hadi şu beden meditasyonunu tekrar edeyim” diye DÜŞÜNDÜM. Meditasyon yönlendirmeli bir meditasyondu. Tek yapmam gereken 40 dakika uzanıp meditasyonu dinlemekti; bu kadar. Gelin görün ki ben o 40 dakika asla oturamadım.
Birinci gün oturamadım; sürekli içimde kıpırtılar, aklıma sürekli gelen yapmam gereken başka şeyler derken; bugün böyle bir gün herhalde dedim.
İkinci gün açtım meditasyonu, taktım kulaklığımı ama bu defa da sürekli bedenim kaşınıyor, aklım öyle bir yolculuğa dalıyor ki yönlendirme bana o sırada sadece sinek vızırtısı gibi geliyordu.
Üçüncü gün de baktım ki yine zorlamama rağmen türlü sebeplerle ben 0 40 dakika asla olduğum yerde oturup dinleyemiyorum; bıraktım.
Bendeki bir olaya, duruma, kişiye tutunma kavramından geçen hafta bahsetmiştim. Hayatım bırakamamak üzerine geçti neredeyse ve şu an bırakmamak adına sımsıkı yaptığım ellerimi sıktığımdaki harcadığım gücü her fark ettiğimde gevşetmeye çalışıyorum. Çünkü artık bırakmamak için sıkmaktan tırnaklarımın avuçlarımın içine geçtiğini çok net hissediyorum. Bırakamamaktan canım yanıyor ve artık o andan sonra ısrarcı olmayı bırakıyorum. Aynı zamanda kendimi fark etmem ve değer vermeye başlamamla da ilgili gelişen bir süreç oldu bu diye düşünüyorum.
Yukarıda bahsettiğim durumda da yine tutunmaya çalıştığımı birkaç günün sonunda nihayet fark edince bıraktım. Peki neden oturamadım? Alt tarafı kulaklığımdan sadece 40 dakika söyleneni dinleyip uzanacaktım, bu kadar.
Aslında sebebi çok basit ve açıktı. Yapmaya çalıştığım şey yani içinde olmaya “çalıştığım” meditatif alan ki daha önce de yazılarımda belirttiğim gibi meditatif alanda çaba diye bir kavram yoktur; içinde bulunmaya kendimi zorladığım meditasyon, o günlerde sadece zihnimden geliyordu. İhtiyacım mı, değil mi diye bakmamıştım bile. Daha önce iyi gelmişti, mantıken yine iyi gelirdi.
İyi gelmesine gelirdi de bu kısımda mantık işe yaramıyor Gamze’ciğim. İhtiyaçlarına bakıp onlara göre hareket etmeyi öğreneceksin sen de. Ama haklısın, küçücük çocuk yaşından bugüne kadar ihtiyaç kelimesinden uzaklaştırılmıştın toplumun çok büyük bir yüzdesi gibi. Zihnin –meli, -malı’ları vardı sadece etrafında. Bu sebeple ihtiyaç diye bir kavram olduğunu fark edebilmen bile harika. Tüm zamanlar senin. Hiçbir acelen yok. Pratiklerle, deneyimleye deneyimleye zihin yerine ihtiyaçlarına odaklanmayı alışkanlık haline getireceksin eminim. Sadece zaman. 30 senelik kalıplaşmış bir şeyi kırmak 1 günde gerçekleşmiyor tabii. Zaman istiyor, emek istiyor, azim istiyor. Onların da hepsi sende olduğuna göre rahat bir nefes alıp, bu küçük ara nottan sonra yazımıza kaldığımız yerden devam edebiliriz.
Eğer hayatında herhangi bir kişi, durum, istek ihtiyaçtan ziyade zihinden geldiyse eğer; o şey kendisine zaten yer bulamıyor. Zihinden gelen her şey sıkışıyor. Bizim hareket alanımızı sınırlıyor. Sınırsız yapabileceğimiz seçeneklerimiz varken bi’ bakıyoruz belki de o sırada elimizden gelmeyecek bir seçenekte saatler, günler, aylar belki seneler harcıyor oluyoruz.
Çünkü zihin inatçı.
Çünkü zihin çok sesli.
Çünkü zihin dediğim dedik.
Bu sebeple tüm bunları fark edip gücü egodan alıp merkezime yeniden taşımak beni hafifletiyor hayatın içinde. Halbuki güvenle bırakabilsek kendimizi hayatın bilgeliğine ve odağımızı zihinden ihtiyaçlarımıza kaydırsak duymaya başlamıyor muyuz o fısıltıları? Evet, onlar kalbin fısıltıları. En ihtiyacımız olan anlarda aslında çok konuşuyor bizimle ama zihnin aksine fısıltıyla. Sesi yumuşacık ve narin. Duymak için dikkat kesilmek gerekiyor. Bu sebeple çok sesli zihne artık biraz: “Seni duydum, duyuyorum merak etme ama artık biraz kenara çekilme zamanın. Her an sahnede olamazsın kusura bakma” deme zamanı.
The Power of the Heart belgeselinde bahsettiği gibi kalbin beyinden birkaç saniye, salise önde gittiği bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Yani bir araba kazası yapacaksak, yapmadan birkaç saniye önce kalp kaza yapacağımı bilip ona göre hayatta kalmamız için bedeni, bizi hazırlamaya başlıyor bile.
Çok enteresan değil mi? Kalbin muazzam bir bilgeliği var. Yani hayatın sihri, herkesin yaptığı ve bizim de yapmamız gerekenlerde değil de kendimizi ihtiyaçlarımıza baktığımız her anda. Sihir, kendimizi hayata güvenle teslim ettiğimiz her anda. Sihir, şaşadan ziyade senin bugüne kadar arkanı dönmüş olduğun ama bugünden sonra pusulan yapacağın basitlikte ve sadelikte Gamze.
Nice sihirli anlara. Sevgiyle…
İlginizi çekebilir: Tutunmaktan vazgeçmek: Çabasızca olan şeyler, bize ne anlatıyor?