İçinizdeki ‘yetim’ parçaları bastırmak yerine, onlarla temas edebilir misiniz?
“Gölge” kavramıyla ilk “Işığı Arayanların Karanlık Yanı” kitabı ile tanıştım. Başkalarında sevmediğim, gıcık olduğum, yargıladığım veya beni çok tetikleyen davranışların bendeki izdüşümlerini fark etmek, önemli bir paradigma değişimine vesile olmuştu. Bazı insanların ve davranışların beni diğer kişilere göre daha fazla tetiklemesinin sebebi, genelde iç dünyamda çözülmemiş bir konuyu ya da bastırdığım bir parçamı temsil ediyor olmalarıydı. Muhtelemen karşıma tam da bu yüzden çıkmışlardı. Bu kavramı içselleştirdiğimden beri, beni bir şekilde duygusal olarak zorlayan o kişiler, beni bana anlatan, ruhsal öğretmenlerim haline geldiler. İlk başlarda genelde “tepkide” kalıp, bunu görebilmek zor olsa da, sistem her zaman çalıştı. Ve her seferinde hayatımda önemli bir dönüşüme vesile oldu.
Yakın bir dönemde gölge kavramı karşıma tekrardan, tam da çevremdeki bir kişinin davranışları tarafından yoğun bir tetiklenme yaşarken, “İçimizdeki Kahraman” kitabında çıktı. Carol S. Pearson, altı temel arketipin gölge tarafları üzerinden örnekler paylaşmıştı. Yaşadığım tetiklenmenin cevabını, “Yetim” arketipinde buldum.
Pearson şöyle belirtiyordu;
“Çoğunlukla, en çok zorluk yaşadığımız kişiler bizim gölge yanımızı harekete geçirirler. Eğer başkalarına bağımlı, sızlanıp yakınan (yetim) insanlara sinir oluyorsak, kendi bağımlılığımızı ve güçsüzlük duygumuzu kabul etmiyoruz demektir. Bunu özümsemedikçe, en sonunda kendinizi haksızlığa uğradığınız ve bu konuda yakınmaktan başka bir çarenizin olmadığı bir durumda bulabilirsiniz. Bir arketipe saygı göstermeyi reddettiğimizde, kendimizi genelde peş peşe, bunu yapmamızı gerektiren durumlar içinde buluruz.”
Beni tetikleyen kişi, tam da yetim arketipinin özelliklerini gösteriyordu. Anladım ki aslında kendi yetimvari hareketlerime çok gıcıktım! Hayatımda tıkanıklık yaşadığım birkaç konu vardı. Bunları bir türlü çözemediğim için kendimi güçsüz hissediyor, yakın çevreme bunlarla ilgili devamlı söylendiğim için kendime gıcık oluyordum. Asıl öfkelendiğim kişi, kendimdim. Güçsüz ve bağımlı biri olmayı kabullenmiyordum. Üstelik bu yetim arketipiyle ilk sınavım değildi…
Benim için her zaman güçlü, disiplinli, istikrarlı, çalışkan ve sorunlarını kendi kendine çözebilen biri olmak çok önemli olmuştur. Normalde bunlar oldukça pozitif özellikler/değerler olmakla birlikte, sorun olan şey onların benim kimliğimin vazgeçilmez birer parçası haline gelmesiydi. Onlara sahip olmamak benim için değersiz ve başarısız biri olmak demekti. Değersiz ve başarısız olmak ise adeta var oluşuma bir tehditti. Bu özellikler olmadan kim olduğumu bilmiyordum.
Tabii bunların kökeni, geçmişteki öğrenimlerime dayanıyor. Ortaokulun son yılında gerçek anlamda ders çalışmaya başlayıp, iyi bir Anadolu lisesini kazanınca, ailemle olan ilişkim önemli ölçüde iyileşmişti. İlk defa aile içinde “görülebildiğimi” hissetmiştim. Demek ki ben ancak başarılı ve çalışkan olduğumda kabul görülebilirdim.
Üniversitede iradeli bir şekilde diyet yapıp, zayıfladığım dönemde herkes beni takdir etmişti. Daha çok beğenilmeye başladığımı hissediyordum. Demek ki iradeli olup, bedenimi belirli bir kiloda/biçimde tutabildiğimde daha değerliydim.
Yoga eğitimi sonrasında 40 gün boyunca her sabah yaptığım 2.5 saatlik pratik ve sonrasında aralıksız devam ettiğim uzun meditasyonlar etrafımdaki kişileri etkilemişti. Ne kadar da disiplinli ve kararlı biri olduğumu söylüyorlardı. Demek ki böyle olmaya devam edersem, saygın biri olabilirdim.
Yıllar geçtikçe bu özelliklerim güçlendi ve kutbun uç noktalarına sürüklendim. Diğer uçtaki davranışlar, benim için kabul edilemez hale geldi. Ne olursa olsun, böyle kalmaya devam etmeli, onlar gibi olmamalıydım.
Tembel, güçsüz, kendini sürekli dışarıya bağımlı kılan gıcık oluyordum. Neden bu insanlar kendi hayatlarının sorumluğunu alamıyorlardı? Onları adeta kollarından tutarak, sarsıp, “Kendinize gelin!” demek istiyordum.
Sürekli diyet yapmaya çalışıp, başarısız olan kişileri hiç anlayamıyordum. Evet bir süre o iradeyi gösterip, kilo verebiliyorlardı. Ama sonra tekrar eski düzenlerine dönüp, kilo alıyorlar ve tekrar diyete başlıyorlardı. Kısır bir döngü içine girmişlerdi. İradeleri nasıl bu kadar zayıf olabiliyordu?
İsteyip de düzenli olarak meditasyon yapamayan kişileri içten içe yargılıyordum. Hep bir bahaneleri vardı. Oysa istesem ben de bir sürü bahane bulabilirdim. Kendilerini kandırıyorlar, zora gelemiyorlardı.
Ah bir de devamlı şikayet eden insanlar yok muydu! Tüm zor işler, kötü müdürler, toksik çalışma arkadaşları nasıl oluyorsa hep de onlara denk geliyordu. Hep onlar haksızlığa uğruyordu. Çözüme odaklanmak ya da iç dünyalarının sorumluluğunu almak yerine, devamlı şikayet ederek etraflarındaki insanların hayatını da zorlaştırıyorlardı. Ben ise yaşadığım tüm zorluklara rağmen, kimseye pek bir şey yansıtmıyor, her şeyi kendi içimde çözmeye çalışıyordum.
Sonra pandemi, akabinde de yeme bozukluğum başladı. O dönemde yaptığım ve beni çok zayıflatan katı bir diyet sonrasında, sanıyorum ki hem fiziksel hem de psikolojik bir tepki olarak, yemeklere saldırmaya başladım. Önce bulimia, sonrasında tıkınırcasına yeme bozukluğu evrelerinden geçtim. 6 ay içinde on kilo almış, hep küçümsediğim, iradesiz insanlardan biri haline gelmiştim.
Vücudumun tüm dengesi bozulup, ciddi bir uyku problemi de yaşamaya başladığım için meditasyon ve yoga pratiklerim de sekteye uğramıştı. Hem fiziksel hem de psikolojik olarak çok yıpranmıştım. Her sabah erken kalkıp, disiplinli bir şekilde pratiğini yapan Kübra’ya ne olmuştu?
Üstüne sık sık şikayet eden biri haline gelmiştim. Sinir sistemim yıpranmış olduğundan, iş hayatındaki zorluklara karşı toleransım azalmış, negatif duyguları yakınımdaki kişilere daha fazla yansıtmaya başlamıştım. Hem içimi dökmeye hem de başkalarından gelecek yardıma ihtiyacım vardı.
Hani o bahsettiğim özellikler olmadan kim olduğumu bilmiyordum demiştim ya. İşte o 1.5-2 yıllık dönemde, adeta bir kimlik kaybı yaşadım. Olmaktan en çok korktuğum kişi olmuştum. Ama eski halime dönecek enerjim de yoktu. Gerçek benliğimi keşfedebilmek ve kutbun orta noktalarına gelebilmek için bu araf evresinden geçmem gerekliydi.
Anladım ki ben diğer insanlardan daha ayrıcalıklı değildim. Ben de hayatımın belirli dönemlerinde zayıf/tembel/iradesiz olabilirdim. Bazen daha uzun süreler etki-tepki halinde ya da kurban psikolojisinde kalabilirdim. Bazı dönemler daha fazla yardıma ihtiyacım olabilirdi. Tüm bunlar beni değersiz ya da başarısız biri yapmıyordu. Ben de sadece herkes gibi kırılgan bir insandım.
Son yıllarım bu anlamda epey zorlayıcı olsa da, İçimizdeki Kahraman kitabıyla birlikte, tüm bu deneyimlerin bana yetim arketipinin hediyelerini kattığını fark ettim.
Beni, hem kendime hem de başkalarına karşı, daha şefkatli, kapsayıcı ve empatik biri yaptı.
Daha az yargılayıp, daha fazla halden anlamaya başladım.
İnsanların davranışlarının altındaki kök sebepleri fark etmeye, içlerindeki o yaralı, yetim çocuğu görmeye çalıştım.
Katı ve mükemmeliyetçi bir disiplinden, şefkatli bir disiplin anlayışına geçtim. Güçlü taraflarımı (savaşçı arketipini) daha dengeli bir şekilde kullanmaya başladım.
Her ne kadar yıllar geçtikçe yetim parçalarımı daha çok özümsesem de, eleştirel iç sesi çok baskın biri olarak biliyorum ki, yetim arketipi bana kendini insanlar ve olaylar vesilesiyle hatırlatmaya devam edecek. Yakın dönemde beni tetikleyen o kişiye bu “hatırlatış” için minnettarım. Elbette ki bu tarz kişilerle yakın olmak zorunda değiliz, bize zarar vermelerine de izin vermemiz gerekir. Ama öfkede ve ayrılık bilincinde kalmak yerine, o tetiklenmenin ötesindeki mesajı görebilmek, kendimize dönüşüm yolunda verebileceğimiz en güzel hediye.
Siz de kendi yetim parçalarınızı (güçsüz, bağımlı vb.) bastırmak yerine, onlarla temas etmeye çalışın. Neden orada olduklarını anlayıp, ortaya çıkmalarına izin verin.
Ve sizi duygusal olarak çok tetikleyen insanların davranışlarını nötr bir şekilde gözlemleyip, kendinize sorun: Bu kişi bana, benimle ilgili ne anlatıyor?
İlginizi çekebilir: Toplumun beklentilerine göre hareket etmek mi yoksa kendi özgün yolumuzdan gitmek mi?