İçinizdeki çocuğa sorun: Dışarı çıkıp oyuna katılmak için neye ihtiyacın var?
Bugün kendime dair bir şeyler yazacağım.
Aslında içimde büyüyen, genişleyip çağlayan oluşların ağzımdan nasıl damla damla çıktığından, kendime dair olanları nasıl kısık sesle dile getirdiğimden… Bir şey isterken nasıl zorlandığımdan, hatta daha doğrusu bir şey istemediğimden, kimseden… Her şeyi kendi içimde çözmeye çalışmamdan… Buluşlarımı kimselere anlatmadan, kendi aklımla işin eğrisini, doğrusunu düşünmemden… Aslında kurduğum o koca balondan. Paylaşmaktan korkan küçük kız çocuğundan, yargılanmaktan, dışarıda kalmaktan, kabul görmemekten, o çembere alınmayacağına inanan o kız çocuğundan…
Bir tarafta da her şeyi yapmaya cesareti olan, kendi kendine her durumda yeten, korkularına dudak kenarı ile gülümseyip üzerlerine yürürken gözünü kırpmayan o kadından.
Ve bu ikisi arasında gidip gelmekten yorulan “ben” den.
İlk defa “Size de oluyor mu?” diye soracağım. Olduğunun bilgisine sahip ama dertleşmemiş olan halimle.
Bunun nasıl bir yük olduğunu bile bile taşımış, artık ağırlığını bile çok hatırlamayan halimden.
Anlatırsam dışarıda kalır mıyım?
Siz dışarıda oynarken ben evimin penceresinden sizi izlemek zorunda olur muyum?
Hayata olan durum da böyle bir yerde, yaşamda kendi çiçeklerini açtıranlar ve o bahçede huzurun ballı tadını içlerine çekenler, bir de tüm bunları izlerken içi koşa koşa onlara katılmak isteyen, annelerinden dışarı çıkmak için izin bekleyenler. Çıkmayı hak ettim mi?
Bu mahpus hal biter mi?
Bekleyerek bitmeyeceğini hepimiz öğrendik sanırım!
Bekleyerek bitmeyecek, belki bir adım atarak o kapıya doğru, başkalarını izlemekten vazgeçip kendi bacaklarımıza vererek dikkatimizi, bir adım atarak… Sonra bir adım daha.
Ve her adımda uzaklaştıkça pencereden, korkularımızı gizlediğimiz kılıfları görmeye başlarız. Neyin içine sıkıştırdıysak… Herkesin hatalı olduğuna, inandığımız ideolojilere, etik saydığımız hallere, kendimize acımalarımıza, yetersizliğimize, değersizliğimize. Oysa sadece istediğimizi yapamıyor, yapmıyor olmanın verdiği öfkenin/acının yarattığı kabuktur o. Bizim ile olmak istediğimiz, gerçek potansiyelimiz arasında duran.
Biz de biraz potansiyelimizin kıyılarında, biraz da içeride kalmış halimiz arasında gidip geliriz, tam ortada da kabuk. Oradan oraya geçiş düz bir çizgide değil bir sıçrayış olarak gerçekleştiğinden de, bu iki ayrı olguyu tek sanırız. Ve potansiyel halimizden çok, “ızdırap çektiğimiz halimizin gerçek olduğu hipnozuna” gireriz. Çünkü kendimizi bildiğimizden beri vardır o ızdıraplı hal.
Tüm bu sıçramalardan sıkılmış halim ile geçtim izin bekleyen kız çocuğunun karşısına.
-Neden çıkmıyorsun dışarıya ve elindekileri paylaşmıyorsun diğerleri ile?
-Sevmezler diye korkuyorum.
-Sevmezlerse ne olur?
-Benimle oynamazlar.
-Şu anda da oynamıyorsun zaten! Kaybedecek neyin var?
-Sandıkları şey ne bilmiyorum ve o sandıkları şeyi kaybedebilirim.
-Sandıkları şey sen misin?
-Bilmem?
-Seni senden başka kim bilebilir, git ve anlat! Elinde sanmak dışında gerçek bir hikaye, gerçek bir deneyim olsun. Sanma!
Ve bir adım attı dışarı doğru, sonra durdu.
-Neden devam etmiyorsun?
-Nasıl yapacağımı bilmiyorum.
-Ne yapsan seni rahatlatırdı?
-Belki biraz elimdekilerin güzel olduğuna inansaydım.
-Elindekiler güzel mi?
-Evet! Ben seviyorum.
-Sevdiğin şeyleri paylaşmak sana nasıl hissettiriyor?
-Harika! Büyümüş gibi, varmışım gibi.
-Var olmak sana nasıl hissettiriyor?
-Herkes bana bakacak, görüneceğim gibi
-Bu senin için ne ifade ediyor?
-Sevildiğim zaman ne yapacağımı bilmiyorum.
Bunu istediğimi sanırdım ama şu an bundan korktuğumu fark ettim. Sevilmekten.
-Sevilirsen ne olur, burada seni korkutan nedir?
-Burası yeni bir dünya, eski dünyamı terk etmiş olurum. Ve eski hallerime çok sadığım, kozamdan kopmuş olurum
-Bu sana nasıl hissettiriyor?
-Heyecan!
-O zaman durma!
-Gülümsedi.
Sonra oturup elimde neler var yazmaya başladım. Elimde kocaman bir gülümseme var. İçimde açan bir sürü çiçek, aklımda bitmek bilmeyen fikirler, sürekli yaratan bir ruh ve becerikli ellerim var. İlmek ilmek işleyecek sabrım, sonsuza kadar anlatabilecek bir motivasyonum, ne olursa olsun sevmeye devam eden kocaman bir kalbim, meraklı, öğrenmekten yılmayan bir aklım, cesur bir kalbim, ışıldayan sezgilerim, her duyguyu az yada çok karşılayabilecek vicdanım, anlayışım, bilgim, hürmetim, sadakatim, yeteneklerim ve nihayet artık göstermekten çekinmediğim bir neşem var.
Yetersizlik mi?
Ne için? Kim neden yetersiz olsun ki?
Değersizlik mi?
Kim, neden değersiz olsun ki?
Olduğumuz desen, bizi oluşturan tüm özellikler her birimize tahmin edilemez bir “şekil” vermiş. Durumlar karşısında farklı davranmamız, sadece yetersiz veya değersizlikten değil “farklı” olduğumuzdan olabilir mi? Herkesin de birbirinden olduğu gibi..
Bebekken öğrendiğimiz şeyi tekrar edelim;
Kare deliğe küp, yuvarlak deliğe silindir parça girecek. Yuvarlak deliğe küpü sığdıramayız. Küp yetersiz midir? Yuvarlak delik acımasız mıdır?
Ve bazen, en çok istediğimizi sandığımız şeyden korktuğumuzu fark ederiz. Bu korku enerjisi ile istediğimizi söylediğimiz şeyi iter, kendi kozamız içinde “kendimize acırız.” Bu oyun, kaçtığımız şeyi görünceye kadar da devam eder. Korkularımız her zaman felaketler için değildir, bazen de hazinelerimizden korkarız. Kendini kucaklamak derken, sadece gölgelerimizi değil hazinelerimizi, içimizde açan çiçekleri de kucaklamalıyız. Bunu yapabilir misin? Kendi güzelliklerini çekinmeden ortaya koyabilir misin? Cevabın veya niyetin “evet” ise;
O zaman siz de yazar mısınız, sizin elinizde neler var?
Elinizdekiler ile son bir kez gider misiniz küçük halinize ve sorar mısınız?
Dışarı çıkıp yaşam oyununa katılman için neye ihtiyacın var?
Belki sonra benimle de paylaşırsınız!
Çok sevgiler!
İlginizi çekebilir: Dünyanın altı üstüne dönerken: Bağımsızlık hikayesi yazabilir misiniz?