Geçen hafta sonu okulumuzda düzenlenen 2. Avrasya Pozitif Psikoloji Kongresi’ndeydik. 3 gün boyunca modern hayatın nasıl mutsuzlaştırdığına dair çeşitli kişilerden konferanslar dinledik. Çok ilham verici bir iki konuşma dışında, anlatılanların birçoğu tespit niteliğindeydi, çözüm önerisi ya da olanı geliştirmeye yönelik çok az sunuma rastladım. Gerek akademik gerek profesyonel gerek kişisel hayatlarımızda sorumluluk almamamız, her talimatı sorgulamadan büyük bir itaatle kabullenmemiz, işimizin kuralları ne ise onları uygulayarak işimizi iyi yaptığımızı sanmamız en büyük tehlikeyi doğuruyor bence.
“Mutsuzluk Ahlaksızlıktır” başlığıyla insanı bütün olarak ele alan ve içindeki “can”dan bahseden harika bir sunum yaptı Ahmet İnam… Fark ettim ki birçok ilişkimizi, karşımızdakinin bir “can”lı olduğunu dikkate almadan sürdürüyoruz. Özellikle profesyonel hayattaki ilişkilerimiz, kendi değer yargılarımızdan sıyrılıp, daha üst bir otoritenin yargılarıyla hareket etmemize neden oluyor.
O kongrede izleyicilerin birçoğu psikolog ya da psikoloji öğrencisiydi. Profesyonel hayatları insanlarla ilişki üzerine kurulu. Düşünsenize işini sadece otorite kurallarına göre yapıp, karşısındakinin bir insan, bir “can” olduğunu unutan bir psikolog ne kadar katkı sağlayabilir? Aynı şekilde doktorları düşünün, insanın içindeki canlı varlığı görmeyi unutan bir doktor ne kadar iyileştirici olabilir. Bence modern hayatın en temel getirisi, belki de hızlı yaşamak zorunluluğundan kaynaklanan, insanın farkındalık, şefkat, empati yeteneğini köreltmiş olmasıdır.
İnsanoğlunun sosyal kimliklerine ne kadar hızlı adapte olup sosyal rol algısıyla akla gelmeyecek şeyler yaptığını, geçmişte psikologların deneyleriyle öğrendik. Milgram Deneyi, Zimbardo’nun Hapishane Deneyi hakkında internetten bilgi edinebilirsiniz.
Her iki deneyde de teyit edilen önemli bir sonuç var; insanların kendilerine bir otorite tarafından ‘senin işin bu’ denilen insanların herhangi bir kişisel, etik sorgulama yapmadan görevlerini benimsemeleri. Ancak konu bununla sınırlı da değil. Şöyle ki, bu tür işlerde kullanılan insanlar, farkında dahi olmadan içine girdikleri yeni dünya tarafından şekillendirilmeye ve bu dünyanın şartlarına uyum gösterecek şekilde değişmeye başlıyorlar. İnsanların farkında bile olmadan oynamayı kabul ettikleri bu roller, onları istemleri dışında değiştirmekle kalmayıp, kimilerinin içlerindeki iyi ya da kötü yönleri, yetenekleri açığa çıkartırken, kimilerini de köreltiyor. Bu deneylerin sonuçları çok daha uzun bir liste halinde rapor edilmiş, ben sizler için en çarpıcılarını yazdım.
Sosyal ve profesyonel hayatın içinde özgür bir birey olarak yaşadığımızı zannederken, acaba sorgulamadığımız ve başkaları tarafından konulmuş kuralların içinde farkında olmadan ve sorumluluk almadan yaşıyor olabilir miyiz? Peki biz kendi içimizdeki “can”lılığı fark edemiyorken, karşımızdakinin içindeki “can”ın, insanoğlu olduğunun farkına varabilir miyiz?
Bana kalırsa, bu soruları cevaplamak için, kaybettiğimiz hassasiyetimizi, duyarlılığımızı tekrar keşfedip, önce kendimizden başlamalıyız sorgulamaya… Gün içinde ya da akşam biraz durmaya vakit ayırmak, mümkünse doğayla temas etmek, içimizde yükselen ve alçalan ama sürekli değişen duyguları, sonu gelmeyen ama bulutlar gibi sürekli akan düşünceleri izlemek kendimizi keşfetmeye başlamak için başlangıç olabilir. Her gün internete harcadığımız zamanın üçte birini kendimizi dinlemeye ayırmak, içeride neler olduğunu merak etmek büyük fark yaratabilir. Çünkü kişisel, sosyal ya da profesyonel hayatlarımızda karşı tarafa anlayış getirmenin yolu, önce kendimizi anlamaktan, keşfetmekten geçer.
İlginizi çekebilir: Hızlı akan hayatlarımızda farkındalık sürdürülebilir mi?