İçinde ‘sessiz bir ateş’ olanlara: İçe dönüklük ve tutku
Çalıştığım şirketlerden birinde, ilişkimizin biraz git gelli olduğu bir genel müdür vardı. Aslında benim açımdan bir sorun yoktu, devamlı değişmekte olan şey onun benim hakkımdaki düşünceleriydi. Kimi zaman beni destekleyip, takdir ederken; kimi zaman ise benden emin olmadığını açık bir şekilde hissettiriyordu.
Beni açık ofisimizde çoğu zaman, kulaklığını takmış, odaklı bir şekilde çalışır bir halde görürdü. Elbette sosyalleştiğim zamanlar da oluyordu, fakat bir yandan çalışıp bir yandan devamlı etrafındakilerle sohbet eden ya da devamlı yeni iş ilişkileri oluşturmaya kovalayan bir profil kesinlikle değildim. Bana yeni fikirlerle geldiğinde, yüzümde genelde nötr bir ifadeyle “Teşekkürler. Olabilir tabii, detaylıca bakıp anlayalım.” gibi cevaplar verirdim. Hiçbir zaman hemen heyecanlanan, birden yükselen ve bunları dışsal olarak yansıtan biri olmadım. Bu da onun kafasındaki “pazarlamacı” imajına uymuyordu.
Bazı dönemler ise, rolüm gereği geniş kitlelere sunumlar yapmam gerekirdi. O sunumlara çok iyi hazırlanırdım ve genelde de iyi geçerdi. Onun kafasındaki liderlik duruşunu ve heyecanı, işte böyle zamanlarda sergilemiş olurdum. Kafasının karışık olma sebebi tam da bu yüzdendi. “Bu kız ara ara kendini çok iyi gösteriyor, fakat günlük akışta bunu göremiyorum. Gerçekten lider olabilecek bir potansiyeli ve tutkusu var mı?” diye düşünüyordu.
Aslında tüm bunların potansiyelle veya tutkulu olup olmamakla bir ilgisi yoktu. Sadece içe dönük biriydim! Evet, spektrumun en ucunda değildim, önemli sunumlarda sahnede olmak ve iyi ilişkiler geliştirmek bana enerji veriyordu. Fakat günlük hayatta asıl enerjiyi aldığım yer, yalnız kaldığım ve işime odaklandığım zamanlardı. Ancak sahne arkasında yeteri kadar vakit geçirip, kendimden ve işimden emin olduğumda, ara ara sahnede ve göz önünde olmaktan keyif alabilirdim.
Tutku, genelde dışarıdan görülmesi gereken bir şeymiş gibi algılanıyor. Bunu gürültülü ve bariz bir şekilde dışa yansıtmayan kişiler, tutkusuz veya heyecansız olarak değerlendiriliyor. İş hayatında kendini var etmeye çalışan, 20’li yaşlarda biri olarak, ben de aldığım geribildirimler karşısında “bende neyin yanlış olduğunu” sorgulardım. Ara ara, potansiyelim ve iş hayatındaki geleceğimle ilgili endişeye kapılırdım.
Fakat zaman geçtikçe, organizasyona kattığım değeri anlamaya başladım. İçe dönük biri olarak; işime verdiğim emek, ortaya çıkardığım işin kalitesi, odaklanma kapasitem, detaylara hakimiyetim ve yönettiğim markaları sahiplenme şeklim aslında oldukça tutkuluydu.
Evet, heyecanımı çoğu zaman net bir dışsal ifade ile göstermem. Fakat, eğer bir fikir bana heyecan verdiyse, onu kolay kolay unutup, bırakmam. Karşımdaki çoktan unutmuş olsa bile! Yani onun beklediği şekilde yükselmesem de aslında kolay kolay da düşmem. Sadece net bir tepki vermeden önce, onu detayları ile ele alıp, belirli bir zihin süzgecinden geçirmem gerekir.
Evet, gürültülü ve devamlı hareketli açık ofis ortamları beni yorar, bu sebeple arada tekli odalarda, yalnız çalışmayı severim. Fakat, iş ilişkilerim genellikle iyidir ve insanlarla derin bağlar kurarım. Dinleyici ve gözlem yapan tarafta olmak, kritik detayları fark etmemi sağlar.
Geçenlerde, Harvard Business Review’da karşıma çıkan bir makale, tam da bu konuyu ele alıp, Amerika’da yapılan çeşitli araştırmalardan bahsediyordu.
Araştırmalarda; dışa dönük çalışanların, vücut dili, konuşkanlık ve dinamik ses tonu gibi tutkuyla ilişkilendirilen davranışları daha fazla gösterdiği gözlemlenmiş. Örneğin, dışa dönük biri sevinç hissettiğinde, yüksek sesle gülmeye daha yatkınken, içe dönük biri aynı duyguyu sessiz bir gülümsemeyle ifade etme eğiliminde.
Benzer bir şekilde dışa dönük biri tutkuyu “Yüksek sesli konuşmam, çılgın el hareketlerim ve kahkahalarım” diye betimliyor. İçe dönük kişiler ise “İşlerinin kalitesine daha fazla yatırım yapmayı, işlerine daha fazla zaman harcamayı ve daha iyi odaklanmayı” içeren ifadelerle tanımlayıp, “Diğer şeyler hakkında konuşmuyordum veya şakalaşmıyordum, işin önemine odaklanmıştım.” diye paylaşıyor. Üstelik, bu çalışanların işlerinde daha uzun ve sıkı çalıştıklarını ve işlerinin kalitesiyle daha fazla ilgilendiklerini gösteren geniş bir araştırma yelpazesi de mevcut.
Makalede, ünlü kişilerden örneklere de yer verilmiş: “Stephen Curry, başarısını besleyen “sessiz bir ateşe” sahiptir; Steven Spielberg, tutkulu olduğu konularla yalnızken ilgilenir ve arkadaş edinmek yerine, sadece eve gidip senaryolarımı yazıp filmlerimi kurgulardım der ve Warren Buffet’ın içe dönük olduğu iyi bilinir. Tüm bu kişiler, daha sakin bir tutku örneğini temsil eder.”
Bu konunun elbette ki belirli bir doğrusu veya yanlışı yok. Her türlü organizasyonun veya grubun; tutkusunu yüksek sesle ifade edip, ortamdaki enerjiyi yükselten ve motive eden dışa dönük bireylere ihtiyacı olduğu kadar; çoğunlukla daha sessiz bir şekilde, sahne arkasında kalmayı tercih eden, fakat oldukça etkili işler çıkaran içe dönük kişilere de ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Aslolan, içinde bulunduğumuz organizasyonlarda bu çeşitliliğe yer verip, kafamızdaki stereotiplerden uzaklaşmak ve tutkunun farklı ifadelerine alan tanımak.
Üstelik, içe dönük çalışanlar olarak bizler de tutkumuzu ortaya koyabileceğimiz yeni yöntemler keşfedebiliriz. Ben de deneyim kazandıkça kendimi bu konuda esnetmek, network ağımı genişletmek ve gerektiğinde başarılarımı daha görünür hale getirmek üzere çalışıyorum. Tutkumu asıl olarak ortaya çıkardığım iş ile ortaya koyduğuma inansam da arada onu biraz daha görünür hale getirmekte de bir sakınca yok diye düşünüyorum Aksine, ara ara farklı enerjilerin içinde olmak bir tazelenme etkisi sağlıyor. Spektrumda bulunduğumuz yere bağlı olarak, hepimiz için belirli ölçüde bir esneme alanı mevcut. Bu sadece kurumsal hayatta değil, birçok iş alanı için geçerli.
Tabii kendimizi devamlı bir tarafa doğru çekiştirmek, zamanla tükenmiş hissetmemize yol açabilir. Fakat, güçlü taraflarımızı pekiştirirken, zaman zaman diğer alanlara doğru da esneyebileceğimiz bir denge oluşturabiliriz.
İçinde “sessiz bir ateş” olan tüm içe dönük dostlarıma, sevgilerimle.
İlginizi çekebilir: Dr. Will Bulsiewicz ile dönüm noktası: Lifli beslenmenin gücü