İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak, gerisine ne oluyor?
Son zamanlarda okuduğum, Pascal Mercier’e ait bir cümle geziyor zihnimde: “İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak, gerisine ne oluyor?” Belki ilk bakışta basitmiş gibi gözüken ancak biraz üzerine düşünmeye başlayınca insanı içine çeken ve bana sorarsanız katman katman başka soruları da içinden çıkarabildiğimiz bir soru.
Çoğu zaman içimizden yükselen arzuları, duyguları, ihtiyaçları dışarıya yöneltirken adeta bir süzgeçten geçiriyoruz. Giderek sağaltıp, bir kısmının ipince süzgeç deliklerinde hapis kalmasını da sağlayarak, dışarıdan “kabul edilebilir” bir yoğunlukta -seyreltide demek daha doğru esasen- olanı koyuyoruz ortaya. Peki ya, geride kalanlara ne oluyor hakikaten?
Onlarla hangi süzgeçler tıkanıyor acaba?
Akışı kesilen hangi duygu ya da olgu başka suretlerde yeniden karşımıza çıkıyor?
Mesela denir ki, bir şeyden korkuyorsanız, muhtemelen başka bir şeyden korktuğunuz içindir. Öyle ki, kök korkunun adını hiç koyamayınca, başka yerde varlığını hissettiren bir korkunun sebeplerini araştırsak ne işe yarıyor? Tabii ki, bir başlangıç noktası kaynağın kendisi olmak durumunda değildir, zamanla kaynağa varmak mümkündür. Ancak bu yola çıkmadığımızda ve kaynağa ulaşmadığımızda verdiğimiz cevaplar da yeterli olmuyor.
İçimizde olan her ne ise, -bir potansiyel olarak duran- onu harekete geçirmediğimiz için zamanla zayıflıyor ve sonunda yok mu oluyor acaba? Kas gibi mi davranıyor bu haliyle, yoksa hiç kaybolmuyor da onu yaşatmadığımız için bize olan küskünlüğünü içimizdeki “hep bir şeyler eksik” adıyla mı tanıyoruz?
Peki, neden içimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşıyoruz ki? Ya başka türlüsü mümkünse?
Bunu anlamak için, şöyle bir içimize bakmamız gerekiyor. Zira her zamanki gibi, cevaplar içerde duruyor. Belki de bazı sorularla çıkabiliriz yola: Hayatımızda nerelerde kendimizi engelliyoruz? Şu an hissetmekten kaçındığımız için hangi duyguyu erteliyoruz? “Şöyle olsaydı böyle olurdu ama öyle değil ki” diye hangi bahanelerin arkasına saklanıyoruz? Bütün bunları yöneten bir korkumuz mu var esasen? Yoksa o hep karşımıza çıkan, gelişmemizin ve ilerlememizin önündeki en büyük engel olan “konfor alanında” rehavete kapılmış durumda mı yaşıyoruz?
Soruların içinden yeni soruları çıkarabildiğimiz bir matruşka var artık elimizde. Herkes istediği katmanda duracaktır, kimisi de ilerleyebildiği kadar ilerlemeye çalışacaktır. Ancak tek bir soru bile kendimize doğru attığımız büyük bir adım olduğundan sormaya değer.
İlginizi çekebilir: İstanbul Modern, aidiyet ve kaygan zeminler