Hayat, öfkemiz karşısında ne kadar zayıf. An geliyor, yıkıp dökmenin bile içinizin alevini almayacağını bildiğiniz için ona dahi yeltenmiyorsunuz. Şarkılar tercüman olamıyor duygularınıza. “Ne kadar anlatırsan anlat, karşındakinin anladığı kadardır…” demiş ya kendini bir türlü anlatamamanın acısını yaşamış bir büyüğümüz; çok güzel söylemiş.
Senin için fırtınalardan geçilmese de dışarıya havan güllük gülistanlıksa, olmuyor. Kim öğretti bize “Kan kusup kızılcık şerbeti içtim.” demeyi bilemiyorum ama hiç iyi etmemiş.
Öfkeni kusamazken, kafandakiler ayrı, kalbindekiler ayrı telden çalarken, nasıl durulacak o denizler? Durulmaz. Dalgalanmadan hele hiç durulmaz. Bazen o etekte birikmiş taşları dökmek gerek; ki sonra “Aa ne var bunda, küçücük şeyleri büyütüyorsun!” olmasın. O küçücük şeyler değil çünkü taşan, ondan öncekiler…
Ne yapalım peki, yakıp yıkalım mı? Yakmayalım, yıkmayalım da ama içimizdeki kurumları boşaltalım. Yoksa hiç bitmez o mide ağrıları, migren krampları; kıvranır durursun sanki sebebini bilmiyormuşsun gibi…
Yıllar önce sabahları inanılmaz diş ağrısıyla uyandığım için diş hekiminin yolunu tutmuştum, beni bir psikoloğa yönlendirdi. Psikolojiyi de tam öğrenmemişiz o zamanlar tabi 101 girişteyiz. Dedim “Bu nasıl diş hekimi, ben diş diyorum, o psikolog diyor…”
Neyse, çok uzatmadan gittim. “Anlat” dedi, “Anlatacak bir şey yok, sabahları dişlerim ağrıyor.” dedim. “Neyi anlatmıyorsun?” diye sordu, “Nasıl yani?” dedim. “Şöyle yapalım…” dedi “Bir çöldesin, suyun da bitmiş, gideceğin yere de daha ne kadar var bilmiyorsun. Uzaktan biri geliyor, ne yaparsın?”
-Suyu var mı sorarım.
+Ama konuşamıyorsun.
-Niye?
+Konuşamıyorsun işte, ne yaparsın, nasıl su istersin?
-Vücut diliyle ifade ederim.
+Tamam. Şimdi konuşma. Deneyelim.
Birtakım hareketler yapıyorum kendimce, bir yandan da düşünüyorum “Ya ne alaka, nereden geldim buraya…” diye.
+Kola mı istiyorsun, soda mı?
En son sıkılıyorum, “Su!” diyorum.
+Anlamadım işte, karşındaki de anlamayabilir. Nereden bileceksin onun için senin hareketlerin ne ifade ediyor…
-Ee ne yapalım?
+Anlat.
-Nasıl yani?
+Kim bilir kimlere neleri söylemediğin için uykunda sıkıyorsun dişlerini ve sabahları ağrıyla uyanıyorsun. Anlat, anlatmazsan anlamazlar. Belki anlatınca da tam anlamayacaklar ama anlatmazsan hiç anlamazlar.
İşinin ehli bir diş hekimi veya psikoloğa mı denk geldim bilemiyorum ama uzun lafın kısası “Anlat”tı. Kimse “akıl okuyucu” değil. Anlatmazsak içimizde büyür, büyür; ta ki içimize sığmayana kadar. O zaman da iş işten geçer; “Aa ne var bunda, küçücük şey…” olur.