Hygge felsefesi: Küçük şeylerden mutlu olmak
Hayatta mutlu olacak o kadar çok sebep varken mutsuz olmayı bir şekilde başarabiliyoruz. Tüketim çılgınlığı içinde yeni bir şeye sahip oldukça, bununla yetinmeyip bir sonrakini istemek, sosyal medyada herkesin gittiği o kafelere gitmek alışkanlığımız haline dönüştü. Bu sebeple de elimizde olanların kıymetini bilmiyor ve kendimizi mutsuz hissediyoruz. “… olursa daha iyi olacak” diye hedefler koyup o beklediğimiz durum olduktan sonra da kendimizi bir sonraki hedefe koşarken buluyoruz. Oysa bir durup öncelikle elimizdekilerle mutlu olmamız ve gerçekleştirdiğimiz hedefimizi kutlamamız gerekmez mi?
Kopenhag’a gerçekleştirdiğim seyahatimde, şehirdeki insanların kafelerde otururken, sokakta bisiklet kullanırken ya da yürürken huzurlu oldukları bir ambiyans vardı. Nisan ayında gittiğim için, kuzey ülkesi olmasının vermiş olduğu geç gün batımı saati ile akşam 22.00’da bile hava aydınlık oluyordu. Bir akşam arkadaşlarımla şehir merkezine gidip bir bara oturma planımız varken, üzerinden geçtiğimiz bir köprüde gençlerin büyük hoparlörlerle müzik dinleyip dans etmelerine tanık olduk. “Burası eğlenceli, biraz vakit geçirelim” diyerek köprüde kaldık.
Her arkadaş grubu kendi halinde; kimi dans ediyor, kimi yerde oturmuş sohbet ediyor, kimi duman çıkarmayan mini mangalını getirmiş barbekü yapıyordu. İstanbul’da böyle bir yerden geçsem, ister istemez kendimi huzursuz hissederdim. Aman dikkat edelim birisi gelip muhabbetimizin tadını kaçırmasın, eşyalarımıza sahip çıkalım gibi endişelerim olurdu. Ama Kopenhag’daki o köprüde herkes o kadar keyifli ve endişesiz görünüyordu ki ister istemez dikkatimi çekti ve çok hoşuma gitti. Ertesi gün bir kafede kahve içerken şansımıza çıkan müzik grubu, kafenin içinde caz müzik çalmaya başladı. Ve oturmuş kahvesini içen iki çift, o zamanlar yeni duyduğum swing dansını yapmaya başladılar. Bu durumun plansızca ve doğal bir şekilde gerçekleşmesi, bende bir önceki akşam köprüde yaşadığım gibi tatlı bir huzur hissi uyandırdı.
Şehre genel olarak baktığımda fırından kafedeki çalışanlara, bisikletle işe giden ya da çocuğunu eve götüren insanlara kadar herkeste bir mutluluk hali vardı. Kimse bir yerlere koşturmuyor ve yetişme çabası içinde değil gibiydi. İstanbul ve şehir trafiğinden sonra bu kadar sakinlikle karşılaşmamı, kendimce Avrupa şehri olması, şehrin düz ayak yürünüyor olması, yolların geniş ve nüfusun az olmasına bağlayarak bir Avrupa seyahatimi daha tamamlamıştım.
Kopenhag’dan döndükten sonra ülkenin kültürü hakkında daha fazla araştırma yaparken, Danimarka’nın yıllarca “dünyanın en mutlu ülkesi” seçildiğini okudum. Tamam biz Nisan ayında gitmiştik, günler uzundu, ama kışı düşününce günün çoğu karanlıkta, gün ışığı olmadan geçiyordu. Kendimi düşündüğümde kışın işe sabah karanlıkta gidip akşam karanlıkta çıkmakla; yazın aydınlıkta gidip dönmek arasında psikolojik olarak fark olduğu bir gerçekti. Peki bu duruma rağmen onları dünyanın en mutlu ülkesi yapan sır neydi?
Mutlu olma sırlarını araştırırken Hygge denen bir felsefeleri olduğunu öğrendim. Hygge’yi kendi ifademle hayatta küçük şeylerden keyif alarak mutlu olmak şeklinde tanımlayabilirim. Bu tanımın alt metninde; yağmurlu bir günde evinin camından yağmuru izlerken içtiğin kahve ve verdiği sıcaklık, arkadaşlarınla evde yemek yapıp sonrasında keyifli sohbet eşliğinde oturduğun sofra, parkta çıplak ayaklarınla çimlere basarak okuduğun kitabın vermiş olduğu o huzur hissi bulunuyor. Kışın karanlığına ışık ve huzur katmak için yaktıkları mumlar da neden psikolojilerinin bozulmadığını açıklıyor.
Bu felsefe benim çok hoşuma gitti ve madem Kopenhag’da o anlarda o kadar mutluydum, kendi yaşadığım alanda da bunu deneyimleyebilirim dedim. O gün bu gündür arkadaşlarımla buluşacağım zaman kalabalık yerlerden çok parklara ya da minik kafelere gitmeye, dışarıda yemektense evlerimizde buluşup, birlikte pişirip uzun sohbetler etmeye, evimde bol bol mum yakıp hoş bir ortam oluşturarak kahvem eşliğinde kitabımı okumaya ya da filmimi izlemeye özen gösteriyorum.
Bunu denemeye başladığım ilk kış, işten karanlıkta çıksam da spora gidiyor ya da evde keyifli vakit geçiriyordum. Ve o kışı, eskilerine göre çok daha hareketli ve mutlu geçirdiğimi fark ettim. Etrafımda havanın karanlık olmasının çok kasvetli olduğunu söyleyen ve “Bir an önce yaz gelse de modumuz düzelse” diyen kişilere artık katılmıyorum, çünkü önemli olanın mevsimlerin değil, kendi ruh halimiz ve bunu değiştiren mutluluğumuz olduğunu deneyimledim. Bu hafta içi Çarşamba günü gerçekleşen sonbahar ekinoksu sonrasında, gün içinde karanlıkta geçireceğimiz süre tekrar artmaya başladı bile. Son birkaç yıldır kış aylarında yapmaya özen gösterdiğim uygulamaları devam ettirerek, önümüzdeki dönemi de keyifle geçirmeyi hedefliyorum.
Hygge felsefesini hayatıma entegre ettikçe, mutluluğun aslında yaşadığın her anı onurlandırarak keyif almak olduğunu anladım. Mutlu olmak için büyük gelişmeler, başarılar olmasını beklemektense, elimizdekileri kutlamak ve küçük şeylerden de mutlu olarak hayatın keyfini çıkarmak bizim elimizde. Hepimizin mutlu olmak için yeterince malzemesi var, yeter ki onlarla nasıl mutlu olacağımızı bilelim!
İlginizi çekebilir: Sakin bir zihin için: Telefon kullanımını azaltmak hayatınızı nasıl etkiler?