Uzun zamandır Arter’deki sergilerin sıkı takipçisiyim ve çeşitli yayınlarda da elimden geldiğince bu sergiler hakkında yazıyorum. Üstelik Arter’in Kütüphanesi’nde “Tarihsel Süreçte Gelişen Viyola Ekolleri” isimli kitabım bile var. Böylesine yakınen bir sanat bağım olmasına rağmen Arter, Arter olalı akşam sekiz buçukta başlayıp gece on ikiye dek süren bir müzikli performansa şahit olmamıştım. Hatta arttırıyorum, bunca yıllık müzisyenim, üç saati geçen oyunlara, filmlere alışkınım ama, içinde muhakkak arası olan uzun Wagner Senfoni’li konserler dahil üç buçuk saatlik konser de dinlemedim.
İşin güzel tarafı da bu konseri diğer konserlerden ayıran şeyin uzunluğu değil, konser gibi algılanmayışı oluşu. Her şeyden önce etkinliğin bir uvertür kısmı vardı ve bu kısımda tüm katılımcılar olarak fuayede toplandık. Gerhard Stabler ve Kunsu Shim konserin bölümlerini bize açıkladılar, ayrıca bizden de katılım beklediklerini belirttiler. Finalde ise su bidonları dahil her şeyi çalmaya başlayan müzisyenlere bakılınca konserden ziyade bir oyun oynama alanıydı bu etkinlik ve biz izleyiciler de onların oyun sahasına girmiş gibi olduk aslında.
Tamam, çok sondan oldu, baştan başlıyorum. Projenin sahibi bestecilerin, Giorgio Agamben’in Dünyevileştirmeler’inden alıntıladığı sözleriyle açıklarsak:
“Ellerine geçen her türlü eski eşyayla oynayan çocuklar, ciddi olarak değerlendirmeye alıştığımız ekonomi, savaş, hukuk ve diğer etkinliklere aile olanlar da dahil her şeyi oyuncağa dönüştürürler. Bir otomobil, bir ateşli silah, yasal bir ruhsat aniden oyuncağa dönüşebilir. Bu ihmal anlamına gelmez, çocukların ve filozofların insanlığa sundukları kullanımla ilgili yeni bir boyut anlamına gelir.”
İşte böyle bir algının temeline oturtulan müzikte klasik müzik çağdaş müzikle sınandı. Pessoa’yı sevmeyen var mıdır okurlar arasında bilmiyorum. Çalan müzisyenler tesadüfen arkadaşlarım çıktığı için birine sordum. onlara ekonomik, varoluşsal ya da krizle ilgili her hangi bir paragraf okuyabileceklerini söylemiş ve görülen o ki müzisyenlerin en rahat ettikleri bölüm de bu olmuş.
“…yaşamak bir başkası olmaktır ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır. Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı anımsamaktır yalnızca. Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır…”
İçinde bulunduğumuz çağ, toplum ve süreç artık herkesi nasıl sıkıştırıyorsa, müzisyenler sanki yıllardır tiyatro eğitimi almışlarcasına sesli ve teatral bir şekilde okuyabildiler.
“…anlamak için, kendimi yok ettim. Anlamak, sevmeyi unutmaktır. Leonardo Da Vinci, insan bir şeye ancak anladıktan sonra nefret ya da sevgi duyabilir, demiş. Bundan daha yanlış, aynı zamanda da daha manalı bir söz bilmiyorum.”
Bu sözler arasında da müzik, huzursuzluğun müziği olmaya doğru evrildi tabii ki. Çağdaş müzik de, çağı yakalaması gereken misyonuyla görevimi tamamladı bana kalırsa. Şimdi finale tekrar değinecek olursam, sahnede yırtılmış kıyafetleri, her yere astıkları iplerin gerilimi ile biz de oyun arkadaşlarımızı bu sessiz bilinçle alkışladık diye düşünüyorum.
Naçizane gözlemlerim bunlardı. Bir tür dünya prömiyeri olan bu etkinliği bir daha nerede yakalarsınız bilmemekle birlikte Hezarfen Ensemble’da çalan müzisyenler sırasıyla:
Flüt, Cem Önertürk
Klarnet, Kıvanç Fındıklı
Piyano, Müge Hendekli
Vurmalı Çalgılar, Amy Salsgiver
Birinci Keman, Özcan Ulucan
İkinci Keman, İmge Tilif Yalçınkaya
Viyola, Ulrich Mertin
Çello, Mehmet Gökhan Bağcı
Kontrabas, Deniz Yurdakul
Bir şekilde bu isimleri akılda tutmak, sizi de bizi birleştirdiği gibi başka bir oyun sahasında birleştirecektir diye inanıyorum.
Gelelim bir de sergiye… Teşvikiye’den Beşiktaş’a inen yokuşta yer alan, Ayşegül Arayıcı’nın kurucusu olduğu Galeri Miz kapılarını yine bir ressam olan Can Aytekin’in karısı Emel Başarık için açıyor. Normalde Şubat’a kadar sürecek olan sergi 14 Şubat’a dek uzatıldı.
Şahsen ben sergiyi çok beğendim. Lodoslu bir günde sergi mekanına hala sallanarak, bir o kadar da üşümüş halde vardım ve beni en şaşırtan şey resimler aracılığı ile resmen tatil yerine gitmiş gibi oldum. Sergiye bakışıma gelince, resimlere bakarken Burgazada’daki tanıdıkları aradığımı fark ettim, evet tablolarda…
O kediyi seven kimdi mesela?
Ya da neler olmuştu o sırada? diye düşünürken işte, bize adeta küçük bir Burgazada gezintisi yaşattırıyor Emel Başarık. Renklerle farklı rüyalar gördürtüyor. Belki de kendi rüyaları bu ressamın, kim bilir? Orada gözlem yaparken günlerce, tanıdığımız birini de gözlemlemiş olabilir sonuçta. Bilemeyiz ama hissedebiliriz.
Dolayısıyla sergi aileden bir oyun alanına, aşina bir mekana dönüşüyor, insan sevdiği bir yerin resimlerine, tanıdık simalara merakla bakınca, başka tanıkları veya kedileri görecek mi diye…
Belki de sevdiğimiz yerleri çizen ressamları da bu yüzden seviyoruz değil mi? Gitmesek de göreceğimizi bilmek çok güzel çünkü!
Mesela yangın varken tahrip olan yerlerden etkilenmiş ressamın o anı yakalaması, hayatımızdan gelip geçen olayları olduğu gibi kaydedip, hatta belki de bunu değişeceğini bildiğinden onun bir arşiv olmasını istediği için yapması… Kısacası renklerle, ışıkla ve gözlemle hemhal olmuş bir ressam kendisi. Artık sıkı takipçisi olurum ben.
Muhakkak gidin, görün ve yakalayın ressamın pandemide sığındığı için biraz da 6 numaraya minnet teşekkürü olan bu yaratıcı sergisini.
İlginizi çekebilir: Sezonun yeni oyunları arasındaki benzerlikler: Kadınlar Bölümü, Hu, Sınırlar, Feramuz Pis ve Eve Dönüşler