Heykeliniz hangi “siz”i yansıtsın: En güçlü halinizi mi, zayıf olanı mı?
‘‘Kılavuzun daima kalbin olsun, omzun üstündeki kafan değil…’’
Şems-i Tebrizi
Heykeli dikilesi anlarımız… Hani öyle bir an olsun ki hayatımızda kendi kendimize dışarıdan şöyle uzun uzun bakmak isteyelim. Zamanı durdurmak dediğimiz zamanlardan olsun. Öyle ki tam karşımıza, evet yanlış okumadınız, kendi kendimizin karşısına geçip oturalım. Uzun uzun kendimize bakalım, o an ne yaptığımıza, o ana gelinceye kadar kocaman hayat yolumuzda nerelerden geçtiğimize, elimize, yüzümüze, gözümüzün altındaki çizgilere, fazla kilolarımıza belki, belki biraz da alnımızdaki kırışıklıklara… Belki hafiften beyazlayan saçlarımıza…
Ben bugün bu yazımda sizlerle birlikte heykelimiz dikilesi anlarımızı değerlendirelim istiyorum. Var mıdır böyle bir an hayatımızda, evet şu an, şu halimle benim heykelim dikilsin ve tüm sonrakiler (benden sonra gelecekler!) beni böyle hatırlasınlar…
Bir heykele baktığımızda heybet görmek isteriz, güç görmek isteriz, kocaman omuzlarıyla, dimdik görmek isteriz değil mi? Heykel her daim, bir galibiyeti hatırlatır, belki bir savaşçıyı, belki vazgeçmemeyi… Ben bugün heykelimiz dikilecek anlara tam tersinden bakalım istiyorum sizlerle. Heykel olduğumuzda içimizdeki acıları, kırgınlıkları veya korkuları saklamıyor olalım. Yani öyle ki bizim heykelimiz bir an olsun içten bir ağlayışımıza denk gelsin.
Belki terk edildiğimiz bir an, belki çok ama çok sevdiğimiz birini kaybettiğimiz bir ana… Belki de çok ama çok kıymet verdiğimiz birini yitirdiğimiz bir ana… İstediğimiz bir şey olmadığında yaşadığımız tercih edilmemiş olma, şanssız olma duygularımızla gözümüzden düşen damlaları havada yakalayacak o anda heykelleşelim…
Sonra biraz daha cesaret katalım bu istediğimize. Eğer dünya bize bakacaksa, gerçekten ne hissettiğimi anlasın o anda diyelim. Saklamaya gerek duymadan, başkası gördüğünde “Bu kişi de ne kadar sinirliymiş canım” diye düşünebileceği önyargısında bulunmadan çok kızdığımız bir anda heykelimizi düşünelim örneğin… Yanaklarımız kıpkırmızı, gözlerimizden öfke fışkırıyor ve biz işte o anda kendimize bir yabancı gibi dışarıdan bakalım. Soralım “Hayatta beni bu noktaya getirecek kadar kızabildiğim şey ne olmuş olabilir?”, “Gerçekten benim hayatımda bu anı kendi kendime yaşatmam için bir sebebim var mıdır?”
Sonra bir adım daha atalım, apaçık korktuğumuz bir anı alalım. Belki gece gözümüze uyku girmediği bir anımız olacak, belki de kimselere göstermediğimiz ama kendi kendimize kaldığımızda için için korkularımızla boğuşmaya çalıştığımız bir an. Gelin hep birlikte kendi kendimize uzaktan bakalım. Heykelimize dokunalım, kalbine özellikle. Ve soralım yine hep birlikte: “Bu kalbi bu kadar korkutacak ne olmuş olabilir bu dünyada, bu derece çözülemez olan, bu derece yalnız hissettiren, bu derece endişe verici olan?”
İşte hayatımızı, anlarımızı, kendimizi dışarıdan izleyecek olsaydık, evet o anları durdurup da heykelimize dışarıdan bakacak olsaydık bugün ne görecektik? Çok kızdığımızı mı, çok korktuğumuzu mu, çok umutsuz olduğumuzu mu, çok yalnız kaldığımızı mı? Gelin bir değişiklik yapalım, bugün dışarıdan bakalım kendimize, bu heykel bize umut versin, biraz alay edebilsin kendi kendiyle, güldürebilsin, belki birazcık olsun cesaret versin…
Bugün sizin heykelinize bakıyor olsaydık, bize hangi hikayeyi anlatıyor olurdunuz?
İlginizi çekebilir: Hayatın hakkını verebilmek: Bir karıncadan daha özel neyimiz var?