Herkes kendi yolunda, sen neredesin?
Bizim evde Pazar sabahları televizyon açılmazdı. Kahvaltının hemen ardından aslında sadece misafirler için açık olan salonun kapıları açılırdı. Sanki bir ritüel gibi amfi açılır, pikap kontrol edilir, zengin koleksiyondan sıradaki plak alınır, kısa bir kontrolün ardından bir bebeği yatağına yatırır gibi plak pikaba yerleştirilir. İğne plak ile buluştuğunda yüzünde müthiş bir keyifle babam koltuğuna oturur, pazar kahvesini yudumlardı. Erkek kardeşimle ben bu durumdan şikâyet ederdik o zamanlar; birçok yaşıtımız pazar sabahları yayınlanan çizgi film kuşağını izleyebilirdi, biz kaçırırdık. Yetmezmiş gibi bir de küçük sınav yapardı babam:
“Bu çalan parçayı kim söylüyor?” -Julio Iglesias, Enrico Macias, Boney M, Beatles, Elvis Presley, Ray Charles, Dalida, Tom Jones, Neil Diamond, Demis Roussos, Johnny Hallyday, Aretha Franklin…*
Frank Sinatra’yı böyle bir dinletide tanıdım. “New York New York”, “Fly Me to the Moon” ve ardından “My Way”. İngilizce öğrendiğim hazırlık yılında bir farklı vurdu beni özellikle “My Way”. Hayatın sonlarına yaklaştığını hisseden bir adam hatalarıyla, başarılarıyla, pişmanlıklarıyla yüzleşmesine rağmen kendi seçimlerini yapmış olmaktan ne kadar memnun olduğunu anlatıyor: “Sevdim, güldüm, ağladım, kaybettiğim de oldu. Kendi bildiğim gibi yaşadım.”
Böylesi ununu elemiş eleğini asmış, hüzünlü ve tatmin hisler içeren bu parçadan o küçücük yaşta etkilenmiş olmam enteresan. Böyle yaşayabilmeye arzusuydu herhalde bilinçaltından beni vuran diyelim!
* Üzerinden belki 40 yıl geçti…
Babam hala Pazar sabahları müzik dinliyor ama artık bluetooth hoparlörle ve Spotify’dan listesiyle…
Yıllar sonra kıpır kıpır enerjisiyle Athena’dan “Ben böyleyim”i ilk dinlediğimde benzer bir hisle bütün bedenim heyecanlandı. Meğer Coca-Cola’nın bir projesi kapsamında My Way dünyanın farklı yerlerindeki müzisyenlere yorumlatılmış ve böyle ortaya çıkmış “Ben böyleyim”. Cover yani… Dolayısıyla sözler benziyor ama farklı bir enerji var. O kadar da olgun değil sanki bu versiyon. Enerjik, daha genç bir ruh. Yolun sonunda değil ama belli ki önemli kararlar da almış. Ama her ikisi de hayatta kendilerinden vazgeçmeden, özlerine, gerçeklerine sahip çıkarak ve sadık kalarak yaşamışlar, yaşıyorlar.
Yüreğinin peşinden gidenler bir ayrı severler bu şarkıyı gibi gelir bana. Hiç unutamadığım bir anımda bana eşlik etmişti: 23 yıllık okul hayatıma veda ettiğim gün bu parçayla uğurladım kendimi. Oğlum yetişkinliğe adım attığı dönemde ona da ilham olsun diye sabahları okul yollarında defalarca dinlettiğimi ve bağıra çağıra eşlik ettiğimizi hatırlıyorum. Partilerde, doğum günlerinde, kutlamalarda en favori şarkım oldu. Çalmayan DJ’ye çaldırttım. İnsan kendine iyi geleni paylaşmak büyütmek istermiş. Benimki de bu olsa gerek!
Özüne sahip çıkmak, kendi yolunda yürümek şarkılarda söylendiği gibi kolay değil elbet; hele ki etrafımızda ortama uyumlanmamızı bekleyen Bukalemunları Sevenler Kulübü ile donatılmışsa.
Bir başka ilginç tespit de kendi yolunda gidebilenleri yargıladığımız kadar kıskanıyor oluşumuz… Zoru yapabilene alkış! Dışarıdan eleştiren ama içerden özenen tarafımıza da helal olsun!
Nedir o zaman bu işin özü?
Değerlerini ve önceliklerini bilmek,
Sorumluluklarının farkında olmak ve yerine getirmeye özen göstermek,
Çevreni, koşulları suçlamaktansa kabul ederek strateji geliştirmek,
Ne istediğini bilmek ve bu yönde hareket etmek,
Sık sık fiziksel, duygusal ve ruhsal halini takip etmek ve ihtiyaçların doğrultusunda davranmak,
Rüzgâra direnmek ve rüzgârın dinmesini beklemek yerine hayatın dalgalarıyla sörf etmek gibi.
Bütün bu koşulları tatlı bir örgü içinde biraz gülüp bolca düşündüren bir film ile de besleyebilirsiniz: Kendi Yolunda. Film, araba tamircisinde çırak olarak çalışan müziğe tutkulu Ömer Ali’nin Athena Gökhan’a sorduğu şu soruyla başlar: “Ya sen de benimki gibi bir aileye, benim doğduğum gibi bir tamirhaneye doğsaydın, Athena Gökhan olabilir miydin?” Bence sorunun cevabı: EVET!
Kendi yolunda yürümek için müthiş bir yeteneğe değil tutkuya ihtiyacı var insanın. Sosyal medyada Ed Sheeran’ın detone olduğu kayıtlar, Michael Jordan’ın okul takımına seçilmeyişi, Walt Disney’in iş için başvurduğu gazeteden yeterince yaratıcı olmadığı için reddedilişini görmüş ya da duymuşsunuzdur. Ed Sheeran’ı detone oluşları daha da tutkuyla ve azimle çalışmaya itti. Walt Disney’i reddedilişi “Hayal et, İnan, Cesaret Et, Yap” mottosuyla kurguladığı Disneyworldleri yarattı. Ama beni en etkileyeni Michael Jordan’ın Nike için çekilen bir reklam filminde söyledikleri:
“Belki de hata bende; her şeyin çok kolay olduğuna inandırdım sizi -hiç öyle olmasa da-… Her attığım şutun maçları kazanmamıza sebep olan atış olduğuna inandınız, sadece başarılarımı ve madalyalarımı gördünüz, kaçırdığım şutları, uykusuz gecelerimi, nasır tutan ellerimi, sızlayan kemiklerimi görmediniz. Her zorlanmamın ve hatta acının beni motive ettiğini bilmediniz…. Basketbolun bana Tanrı’nın bir hediyesi olduğunu ve uğruna her gün çalışmam gerekmediğini sandınız” diyor…
Aynı Meghan Trainor’un “Don’t I make It Look Easy” adlı şarkısında dediği gibi: Ne kadar kolaymış gibi görünüyor değil mi? Yaptıklarıma baktığında…
Başkalarının hayatına bakıp sadece sonuca odaklanmak ne kadar yanıltıcı! Reddedilişleri, eleştirileri, engelleri hiç olmamış sadece desteklenmiş gibi görmek işin kolayı. Herkes kendi yolunda gidebilmek için emek sarf etmek zorunda… Kimimiz koşullarla bukalemun oluyoruz kimimiz isyankar…
Tutkun nerede?
Onun için ne yapıyorsun?
Senin yolun hangisi?
Yoksa bahane mi üretiyorsun?
İlginizi çekebilir: Yargılanmayacağını bilsen ne yaparsın?