Her duygu her kültürde yok. Bu konudaki en çarpıcı örnekleri Batı medeniyetinin etkisinden uzak kalabilmiş topluluklarda yapılan etnografik araştırmalar veriyor: Örneğin Kuzey Kanada’da yaşayan Utku İnuit’lerinin dağarcığında kızgınlık duygusu yok. Uzun ve zorlu kış koşulları, bu toplumun birbirine bağlılığını ve dayanışmasını çok güçlü kılarken kızgınlığı zayıflatmış, hatta yok etmiş. Dıştan gelen düşman olmadığından mücadele, birlik içinde doğaya karşı verilmiş. Bu toplum, sadece kızgınlık değil, korku, üzüntü gibi “aşırı” duyguları sadece hayvanlara, özellikle köpeklere ve altı yaşına kadar olan çocuklara yakıştırıyor. Altı yaşında verilen eğitimle bu duygular törpüleniyor; törpüleyemeyenler toplumla zıt düşüyor. Yaşam şartlarının zorluğu toplumla zıt düşmeyi iyice zorlaştırdığından, genellikle göze alınmıyor.
Bir başka “egzotik toplum” olan Avustralya yerlilerinden Pintupi halkı için ise bizdeki gibi genel bir korku yerine on beş farklı korku kavramı var: Mesela ngulu intikam almak isteyen birinden duyulan korku, nginyiwarrarringu bir anda duyulan, ayağa kalkıp kaynağı aranması gereken korku, wurrkulinu toprağa ya da yakındaki kişilere gelen bir tehdidin yarattığı korku, kamarrarringu kanınızı donduran, birinin arkanızdan yaklaştığı hissi; kanarunvtju gece gelen kötü ruhlardan duyulan dehşet ve uykunun kaçması.
Bazı duygular var ki sadece belli bir kültüre özgü. Böyle bir duyguyu Milan Kundera şöyle anlatıyor: “Litost, tam anlamıyla tercüme edilemeyen Çekçe bir kelime. Açık bir akordeon gibi sonsuz bir duyguyu anlatıyor, birçok duygunun bir sentezini: Yas, sempati, pişmanlık, anlatılamaz bir özlem. Bazı koşullarda çok dar, kesin, iyi bilenmiş bir keskinliği var. Başka bir dilde bu kelimenin karşılığını bulamadım ama bu kelime olmadan insan ruhu nasıl anlaşılır bilmiyorum. Litost, insanın birden kendi zavallılığına bakınca duyduğu eziyet… Litost iki zamanlı motor gibi. Önce bir azap hissi, sonra intikam isteği.”
Duygular inek sütü gibidir
Böyle bir duygunun içebakışın, içgörünün önemli olduğu, kendine dönük Çek kültüründe var olması şaşırtıcı değil sanırım. Kelimeler ve duygular, ait oldukları kültür hakkında çok şey anlatır. “İçebakış” ya da “içgörü”, Türkçede çeviri, hatta zorlama kelimeler değil mi? Çünkü biz içimize bakmaya, içimizi görmeye alışık değiliz. Etrafımıza bakmaya, etrafımızı görmeye alışığız. Bu yüzden duygularımız kendimize değil başkalarına yönelik; bazen düz -hürmet, vefa, boşvermişlik gibi- bazen dolambaçlı, çetrefilli -naz, sitem, cilve gibi; ama çoğu ilişkisel… Öylesine bize özgü ki bu duygular, bir yabancıya anlatmak için, Milan Kundera’nın yaptığı gibi, cümleler kurmamız gerekir.
Duygu kelimesine yüklenen anlam, belli bir duygunun var olup olmadığı, neden tetiklendiği, nasıl yaşandığı ve hangi sonuca yol açtığı, nasıl ifade edildiği ve işlevi, kültüre göre şekillenir. Duygu, bir toplumun kendine özgü sosyal yapısını muhafaza etme stratejisidir. Her toplum bu strateji doğrultusunda duyguyu ele alır, işler ve dışavurur. İnek sütü gibi mesela; nasıl İsveçli sütü öylece içer, Japon hiç içmez, Amerikalı milk shake yapar, Fransız Camambert yapıp şarap eşliğinde yer, biz yoğurt yaparsak, duygu da aynen öyle, kültüre uygun şekilde işlenir.
Daha fazla bilgi için: Türk’ün Kalbi Nasıl Çarpar? (Doğan Novus, 2021)
Instagram: @idilsevil_
Kaynaklar
Briggs, J. L. (1970). Never in Anger: Portrait of an Eskimo family. Harvard University Press.
Morice, R. (1978). Psychiatric diagnosis in a transcultural setting: The importance of lexical categories. British Journal of Psychiatry, 132, 87-95.
Kundera, M. (1980). The Book of Laughter and Forgetting (Çev. M. H. Heim) Knopf Books.
İlginizi çekebilir: “Türk’ün Kalbi Nasıl Çarpar?”: İdil Sevil’den yeni bir kitap