Hayattaki en büyük hazinemiz: Sadelik, sabır ve sevecenlik
“Öğreteceğim sadece üç şey var: Sadelik, sabır ve sevecenlik. Bunlar sizin en büyük hazinenizdir.” Lao-Tzu
Hayatta kendimizce belirlediğimiz birçok değer vardır. Bazılarımız için dürüstlük (ki ben de bu kişilerden bir tanesiyim) çok önemlidir, diğer bir deyişle olmazsa olmazımızdır. Bazılarımız için bu çalışkanlıktır, bazılarımız için sevmek gerçeğidir. Bazılarımız para ve gücü olmazsa olmazlarına koyar, diğer bir grup için bu ailedir, bazılarımız içinse arkadaşlarımızdır, güzel dostluklara sahip olabilmektir. Fakat bu değerlerin çoğu zaman hayatta yaptığımız seçimleri de etkilediğini hatta hayatımızı nasıl yaşayacağımıza kadar bizim içimize işlediklerini pek fark etmeyiz.
Ben bugün bu yazımda sizlerle birlikte bu değerlerden çok önemli üç tanesini incelemek ve hayatımızda bunları nasıl uygulamaktayız, içimize biraz bulanmış mı veya onlara aslında çok mu uzakta durmaktayız diye hep birlikte bakalım istiyorum. Bu tabii ki hepimiz için kendimize özel bir macera olacak, ben sizlerle mümkün olduğunca kendi gözlemlerimi paylaşmaya çalışacağım. Fakat bugün bir değişiklik yapalım istiyorum. Biz kendi kendimizi konuşturuyoruz, bu satırlara aktarıyoruz elbet. Şimdi biraz onlara bırakacağım kalemi. Bakalım benim içimde var olan (göreceğiz eğer biraz olsun var ise) sadelik, sabır ve sevecenlik bizlere neler anlatacak…
Ben sadelik… Beni öyle her yerde bulamazsınız. Çok basittir, hatta önemsizdir dört harften oluşan bu “sade” kelime birçoğunuz için. Fakat ben son dönemin belki de en çok unutulan değeriyim. Çünkü herkes göstermek telaşında bir şeyleri, hayatın sadeliğini, sadelikten gelen güzelliğini unutup. Büyük mekanlardan fotoğraf paylaşmak gerekiyor örneğin gerçekten eğlenceli bir insan olmak için.
Sonra etrafınızda kocaman kalabalıklar ile olmak gerekiyor değil mi, yalnızlığınızı daha da derin hissetseniz de yalandan bir gülümseme geliyor yüzünüze. O muhteşem kalabalık fotoğrafta ismini bile bilmediğiniz birçok insan ile bana gülümsüyorsunuz. Bir koku geliyor üzerinizden “siz olmayan” ve “sade” olmayan kokusu. Evet ben hemen alabiliyorum, evet siz diğerlerini kandırabiliyorsunuz biliyorum ama ben sizin içinizde kopan fırtınaları da görebiliyorum… Sade bir hayat yaşamak, bazen sessizlikte kalmak, bir günü kendi kendinize bakarak geçirmek çok sade değil mi? Macerası olmayan, karmaşık ve kaotik o güzelim hayatınızdan uzak değil mi?
Oysa ki ben sadelik olarak sormak isterim. Size yine sade sorularım var… En son ne zaman bir tarlanın yanı başında durup gelinciklerin açışına tanık oldunuz? Ne zaman sadece bir çocuğun parkta sallanışını izlediniz, uyurken nefes alışını dinlediniz? Ne zaman sadece kendinizi düşünmeden sadece alnında kırışıklıkları olan hükümet gibi bir kadının elinden tutup bugün o yalnız adımlarına eşlik ettiniz, onu bir yarım saat de olsa dinlemeye gönül verdiniz? En son ne zaman sevdiğiniz insanın gözlerinin içine onu yargılamadan sorgulamadan ondan bir şey beklemeden olduğundan farklı görünmesini istemeden değişmesini telkin etmeden bakabildiniz? Siz en son ne zaman sade ve sadece bir simit yudumu ile deniz kenarında bir yudum çayın sade tadının güzelliğini keşfettiniz? En son ne zaman sade bir annenin sadece “anne” sözünüze (ama yürekten gelecek bir anne) gözlerinin içi gülerek bakması ile karşı karşıya gelecek kadar sade kalabildiniz?
Şimdi kalemi biraz da hayatımızın olmazsa olmazı diğer bir kavrama verelim, bakalım neler yazacak sabrın kalemi…
Ben sabır, birçoğunuzun “zaman” diye nitelendirdiği ve anlamını bile unutup da gittiği. Ben sabır, bir tohumun toprakta karanlıkta beklemesine sebep. Ben sabır, o tohumun evet ancak ve ancak gerçekten zamanı geldiğinde gün ışığına cesaret edebilmesine sebep. Ben sabır, tüm dünyayı döndüren, günleri ve geceleri olduran, zamanın varlığına sebep. Ben sabır birçoğunuzun emek vermekten önce bekleyemem deyip de bir kenara attığınız. Ben emeğin içerisinde gizlenmiş olan, ben zamanın her damlasında damıtılmış gizli güç…
Ben sabır, ben ki emek ile yoğurulmuş sabır… Bugün sizlerin içerisinde nerede olduğumu hatta benden bir eser kalıp kalmadığını bile bilmeyen sabır… Sormak isterim en son ne zaman bir ilişki için emek verdiniz? Ne zaman karşınızdakinin sözünü kesmeden onu “gerçekten” ve “sabırla” dinlediniz? En son ne zaman bir çiçek aldınız ve gün ve gün onun büyümesini, yapraklarını, çiçek açışını izlediniz? En son ne zaman anında tüketmek aşkına kapılmadan damla damla su vererek bir çiçeğin hayat bulmasına sabırla katkı verdiniz? En son ne zaman gerçek bir dilekte bulunup az az ve evet sabırla kalbinizde benim o muhteşem gücümü hissederek kimseler bilmeden acı çektiniz? Belki çalıştınız, belki okudunuz, belki koştunuz, belki dans ettiniz belki sadece bir tuğla daha koydunuz hayalleriniz için… En son ne zaman “sonuna kadar sabredecek” kadar büyüdünüz? Ne zaman anında görmediğiniz sonuçların uğurunda sabırla yürümeyi göze alabildiniz? En son ne zaman her şey size karşı giderken, siz sabırla herkese ve her şeye karşı durabildiniz, sabırla ben buradayım diye haykırabildiniz? Hayatta ummadığınız bir engel ile karşılaştığınızda en son ne zaman yine beni kalbinizde bulup “asla pes etmeyeceğim” diye söz verebildiniz?
Sıra sevecenliğe geldiğinde biraz da onu dinlemek gerekiyor değil mi, bakalım sevecenlik bizler için neler hazırlamış?
Ben sevecenlik, hayatta “vermek” kavramının özünde akarım. Sevgi ile eş gider benim anlamım. Sevecenlik, kalbin yükseldiği bir noktadır, zordur bu yüksekliğin enginliklerine erişmek, egodan sıyrılmak, alçak olmayan ama alçak gönüllü olabilen olmak… Evet, ben sevecenlik, kelime anlamından gelir sevmek, sevmenin gerçeği içimde gizlidir. Fakat kalplerimiz öyle kapanmış ki öyle çok “ben” olmuş ki sözlerimizde, sevecenlik şöyle dursun, sevmek bile yanımızdan geçmez olmuş…
Ben sevecenlik, bir çocuğun gülüşü kadar uzağınızdayım… En son ne zaman aç bir çocuğun karnını doyurmak için bir kahve almaktan vazgeçtiniz? Sormak isterim en son ne zaman bir gofret alıp da bir banka “Belki bunu bulan küçük bir çocuk bugün sevinir ve yüzü güler” diye bir hediye bırakmayı akıl ettiniz? Düşündüğünüz onlarca şey arasında en son ne zaman şu anda hastane koridorunda bekleyen anne babalar ve çocukları var, bu güneşin altında onlar için bir şey yapmış olmak için nefes almak istediniz? En son ne zaman işte her nefesinizin şükrü ile dolarak, sevmek, sevecen olmak, belki gözlerinizin içine bakan bir sokak köpeğinin sırtını okşamak kadar “basit” bir sevecenlik anını içinize çektiniz? En son ne zaman giyeceğiniz markadan, bineceğiniz arabadan, sahip olduğunuz telefondan, banka hesabınızdan ve sizi “like” edecek insan sayısından, kimin erkek veya kız arkadaşı olduğunuzdan, kimin soyadını taşıyor olduğunuzdan çok daha önemli bir “sevmek” eylemi olduğunu, bu dünyada bunlardan çok daha önemli bir “sevmek” eylemi için bulunduğunuzu idrak ettiniz? En son ne zaman gönülden “teşekkür ederim” sözünü duydunuz, siz en son ne zaman “gerçekten” gönülden samimiyetle “sevecen olabilmek” fiilinin yüceliğine erebildiniz?
Bugün bu yazımı okuyorsanız, hayatınızda var olan sadelik, sabır ve sevecenlik kavramlarına yeniden bakmanızı dilerim. Ben de şimdi sizler gibi bu yazımda kendiliğinden dökülen bu sorulara cevap vermek üzere biraz düşünmek istiyorum…
Evet, bunlar bizim en büyük hazinemizdir, yeter ki bizler “gerçekten görmeyi” bilelim…
İlginizi çekebilir: Aşkın gelişi için beklemek: Nasıl, nerede, ne zaman?