Hayatımın en aydınlık dönemlerinden birine girmiş bulunuyorum. Nereden biliyorsun derseniz; tek verebileceğim cevap hislerim olur. Evet, ben azimle hislerinin peşinden giden bir kadınım bu hayatta. Yanılmadım da çoğu zaman ve çok da eğlenceli bulduğumu söylemeliyim.
Bahsediyorum bir ayrılık yaşadığımdan. Hayatımda ilk defa fazla farkında olarak yaşadığım bir dönem bu defa. Neyin neden olduğunu, kendime ne almam gerektiğini, mesajların ne olduğunu çok net gözlemleyebildiğim bir süreç. O yüzden belki de hayatımın en aydınlık dönemlerinden birine girdiğimi rahatlıkla söylüyorum. Bana getirdiği en büyük öğretilerden bir tanesinden bahsetmek istiyorum bugün: MERKEZİNDE KALMAK.
Hep konuştuğumuz bir şey senelerdir bu arkadaş sohbetlerinde, katıldığım inzivalarda, seanslarımda. Bilgi vardı da ne demek olduğunu ben şu an anlıyorum diyebilirim.
Şu anki hayat tecrübelerim ve bakış açımla açıklamak istersem şöyle diyebilirim: insanın kendine sahip çıkması! İnandıklarına, hayallerine, isteklerine, peşinden gittiklerine, sahip olduklarına; aslında kendisiyle ilgili her şeye. Kim ne derse desin, rüzgar nereden eserse essin ödün vermemesi. Öyle sağlam durması ki kendisi arkasında, öyle bir kuvvet yayması ki; hayatın bile o duruştan büyülenmesi ve onun yoluna hizmet etmesi. Çünkü başka çaresi yok artık. Kadın kendinden o kadar emin ki; hayat da kafa karıştıramaz.
Ama biz korkularımızdan genelde; ya da sevilmek uğruna, eğer pek de sağlam duramıyorsak kendimiz de; hemen başkaları tarafından manipüle edilmeye çok açığız. Bana; “sen çok duygusalsın biraz törpülemen lazım” cümlesini duyurdu hayat mesela, ya da “hırsın yok; biraz çabala” ya da “fazla prenses gibisin, hayat toz pembe değil” gibi. Eskisine göre daha sağlamlaşmışım tabii. “Kusura bakma ben duygusal olacağım” dedim ama yine de “ama şu / bu yüzden böyleydi” diye açıklamalarda bulunup kaybetme korkusuyla “değiştiririm, aslında böyle de değilim çok” gibi noktalarda da gezindiğimi itiraf etmem gerek.
Azıcık sağlam duramazsak kendimizde, neler neler geliyor başımıza farkında olmadan… Nasıl kalıplara sokulmaya çalışıyoruz? Nasıl başkalarının doğrularına hizmet edilmek üzere kuruluyoruz. Sonra sığmıyoruz o kalıplara, sıkışıyoruz tabii. Kendimiz olmuyoruz, sonra gelsin çatlaklar patlaklar! Aksi mümkün değil.
Bir insanı değiştirmeye çalışmak, bir insanın başkaları uğruna değişmeye çalışması sadece sevilmek uğruna… Dün kardeşim bu konuyu müthiş bir örnekle açıkladı. İşte bu örnekle her şey yerli yerine cuk diye oturdu bende.
Mesela biz kendimizi çay olarak düşünelim. Bildiğimiz çay. Çayın rengi, şekli, duruşu, tadı; her şeyi bellidir değil mi? O çaydır ve değişemez. Bellidir ne olduğu, nasıl olduğu. Sonra biri geliyor diyor ki: “ey çay, seni seviyorum tabii AMA sana biraz renk katalım, biraz şeker, şu bardakta da daha güzel durursun sen aslında, biraz da aroma ekledik miii”…
O güzelim çay oldu mu sana şimdi limonata kıvamında bir şey! Kendine has, çayı çay yapan bütün özellikler hooop alakasız yere itilmeye çalışıldı. Eğer o çay da kendi güzelliğini farkında değilse olduğu halinde, eğer sevilmek için her şeye hazırsa kendini çiğnemeye bile ve korku doluysa tüm hücreleri, hiç emin değilse kendinden; geçmiş olsun. Ona söylenene inanacak ve dinleyecek ve asla olamayacağı bir şeye dönüşmeye çalışıp hiçbir zaman mutlu bir şekilde varlığını yaşayamayacak.
Diğer türlü düşünelim şimdi de. Çaya gene biri gelsin ve çayı çaylığından başka bir şeye dönüştürmeye çalışsın ama çay bu defa kendinden emin olsun. Çok mutlu o çay olmaktan. İyi ki bu hayatı çay olarak yaşıyor. Kendi rengine, tadına, şekline bayılıyor. Böyle bir çayın cevabı ne olur peki sizce?
“Canım, güzel diyorsun da senin istediğin şey çay değil ki o zaman. Sen baya bana limonatadan bahsediyorsun. Bunun için benim yapabileceğim hiçbir şey yok. Ben çok memnunum çay olarak kendimden. Ama bir sürü limonatalar da var istediğin gibi başka yerlerde. Aradığını bende bulamazsın. Üzgünüm senin adına, yanlış yerdesin.”
Hoop! Ne oldu? Çaya hayran kaldınız siz de değil mi? Ne kadar emin kendinden, ne kadar gururlu çay olmaktan, ne kadar mutlu. Kendini sahiplenmek diye ben buna derim işte!
Ve asıl önemlisi de çay olduğu yüzünden kendini kötü hissedip suçlamadı da. Ne yapsın yani? Malzeme belli, renk belli, tat belli. Mutlu da tüm sahip olduklarından. Şimdi biri onu bu şekilde istemedi diye değeri mi düştü? Tadı mı kaçtı? Yooo, çay aynı çay! Biri geldi ve onu o an içmek istemedi sadece diye neden kendine acısın, kötü hissetsin, değersiz görsün? Çok saçma geldi değil mi size de böyle bakınca? Dün akşam bunu dinlerken gülmeye başladım ben de. “Hakikaten ya bizim de yaptığımız aynen bu. Ne saçma!” dedim. Aydınlandım bildiğiniz bu canım çay örneğiyle
İşte, eğer ne olduğumuzdan, kim olduğumuzdan emin olup merkezimizde sağlamca kalırsak, ne rüzgarlar eserse essin, kimler bizi istemezse istemesin olduğumuz halimizle; işte bu bizim problemimiz olmaktan tamamen çıkıyor. “Mevzu benimle alakalı değil ki karşımdakiyle alakalı ne yapayım” diyorsunuz.
Hem insanoğlu bu, sürekli değişiyor damak tadı, bakışı, hisleri. Bir an çaya bayılıyor, sonra sevmediğine karar veriyor tadını, sonra gene aslında o tadı istediğini anlıyor. Kusura bakmayın ama her karşıma gelenin değişen hayat seçimlerine, isteklerine göre kendimden ödün veremeyeceğim. Verirsem kaybolmaz mıyım? Eğer verirsem ben kim olurum? Var olur muyum hayatta? Yoksa hep başkalarının hayatını, tercihlerini yaşayan hayata kök salmamış biri mi olurum? Ne çok çabadır bu, ne büyük enerji harcamasıdır başkalarının doğruları olmak. Şahsen ben böyle harika bir hayata gelmişken kendimi deneyimlemek istiyorum yahu! Kendi isteklerimi, hayallerimi, karakterimi, özelliklerimi… Var olmak istiyorum sıkı sıkı. Yazarken hissediyorum şu an o kuvveti. Umarım bu satırları yazarken size de geçiyordur şu an aynı his…
Bir nokta daha var hazır buralarda dolanırken. Üzülmek ile kendine acımak arasındaki ince çizgi. İnsanız, duygularımız var pek tabii. Üzülmek çok doğal verdiğimiz tepkilerden bir tanesi. Çay örneğinden yola çıkarsak eğer tekrardan; çay içerken de eğlenceliydi aslında hayat, ne güzeldi çay içilen zamanlar, beraber tadını çıkarsaydık keşke biraz daha demek çok insani bir his aslında. Ama “Neden ben limonata olamadım, çay olduğum için bir türlü sevilemiyorum, çayım diye herkes sıkılıyor” gibi saçma sapan bir yanılgıya girerseniz, işte tam orada durun. O gerçek değil. O size yarayan bir şey de değil. E nasıl yapacağız biz bunu insan olarak, çay için güzel de, insanız hislerimiz var diye sorarsak da eğer sanırım kendimizi güçlendirme çalışmalarıyla, kendimizi eğiterek. Bunun yolu herkeste başka. Kendimiz bulacağız, keşfedeceğiz o yolu hayatlarımızda.
Demem odur ki; siz, siz olmaktan gurur duyun. Sevin kendinizi. Aşık olun kendinize. Emin olun. Öyle emin olun ki sapasağlam durun kendinizde. Kim ne derse desin, ne yaşarsanız yaşayın izin vermeyin sizi kendinizden mahrum bırakmasına. İzin vermeyin sıkıştırılmaya. Net olun. Kendiniz olun. Sapasağlam merkezinizde durun. Unutmayın, siz olduğunuz gibi, olduğunuz halinizle çoook değerlisiniz. İlk önce bunu tüm iliklerinizde hissedin! Kendinizi olduğunuz gibi kabul edin ve sevin. Çok sevin işte ya, sahiplenin. Gerisi su gibi gelecek hayatınızda. Eminim.
İlginizi çekebilir: Niyetin, istemenin ve sonra onu evrene teslim etmenin kuvveti