“Bir amaca bağlanmayan ruh, yolunu kaybeder. Çünkü her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır.” Montaigne
Başkalarından beklediklerimiz… Dışarıdan gelecek diye umut ettiklerimiz… Erkek arkadaşımızda bulmayı umduğumuz huzur. Kız arkadaşımızın bize verebileceğini düşündüğümüz mutluluk. Annemizin sağlayabileceğine inandığımız hayata karşı korunma ihtiyacımız… Evlendiğimizde olacaktır diye (nasılsa kesin olduğunu bilebildiğimiz) samimiyet… Nişanlandığımızda hayatımıza akacağını düşündüğümüz hedeflerine erişmenin tatmini… Yeni bir ev aldığımızda belki kendimize bile itiraf etmeye çekindiğimiz o muhteşem egomuzun bağıra bağıra sessizce haykırdığı dünyayı yönetebilmenin gücü… Daha çok para kazandığımızda bulacağımızı düşündüğümüz rahatlık hissi… Daha fazla sorumluluk gerektiren o yeni pozisyona kabul edildiğimizde dolacağına inandığımız hayatımızdaki güzelim boşluklarımız; o bizim yalnızlık hissimiz, o bizim güvensizliğimiz, o bizim samimi bir dost, ağlayacak bir omuz ihtiyacımız… Tüm başarılarımıza bir yeni başarı daha eklediğimizde bulacağımızı düşündüğümüz hayatımızın, o bir tülü oturmayan ait olmak arayışı; nereye, kime, hangi zamana, nasıl ve ne için ait olacağımız sorusuna veremediğimiz tüm cevaplarımız…
İşte ben bu yazımda sizlerle “fiziki” veya “geçici” gerçeklerle dolduramayacağımız bir yere bakalım istiyorum; hayatımızın derin amacına. Evet, yine zorlu bir yolculuk olacak bizler için birçok cesur soruyu kendi kendimize sormamız gerekecek belki ama gelin bizler yine korkusuzca bu soruların karşısında duralım ve zaman bizi hangi yola götürüyorsa güzel yolumuzda yılmadan yürümeye devam edelim.
Hayatımızı yönlendirecek en derin amaç… Öncelikle olmadığı zamanlara ve nasıl savrulduğumuza bakalım istiyorum. Hayatımızın en önemli odağı “diğerleri” olmuştur. Diğer kişiler. Belki sevgilimiz ne ister, ne yapmak ister, ne zaman ister, tercihleri, arkadaşları, ilişkimizin akışı, hayat tercihleri… Hayatımızı yönlendirebilecek “gerçek” bir amacımız olmadığında o diğer kişinin hayatını “hayatımız” diye sahipleniriz. Ne yazık ki kaçırdıklarımızın, kendimizi bu güzelim dünyadan nasıl yoksun bıraktığımızın ve hayata dair ne kadar az çabalıyor olduğumuzun farkında bile değilizdir. O yumurtayı nasıl yemeyi severse o şekilde yemek bizim için de uygun olandır. Çünkü bizim dünyaya sunacağımız gerçek bir amacımız, gerçek bir tercihimiz, gerçekten ben olmayı anlatacak bir varlığımız nasıl olsa yoktur (can-ım varlığımız kendimiz tarafından bile bu derece silinmişken bu nasıl mümkün olabilir)…
Belki bir anneyiz veya baba olduk… Hayat mücadelesi, çocuklarımızın istekleri, eşimizin istekleri, yapılacaklar, yetiştirmeye çalıştıklarımız… Ve işte yıllar öylece ellerimizin arasından akıp gider. Neredeyiz sizce? Anne veya baba olduk diye bu sıfatlara sahip olduk diye sorumluluklarımız arttı diye bu dünyada bulunmamıza gerçekten sebep olan ve aslında bu zamanımızın özü olan gerçek bir hayat amacını aramaktan vaz mı geçeceğiz? Çocuklarımız belki bugün çok sevdiğimiz eşimiz birkaç yıl sonra bizi bırakıp gittiklerinde ve evet hepimiz gibi kendi hayatlarına devam ettiklerinde hayatımızın akışı nasıl olacak?
Hayatımızın “gerçek” bir amacı olmadığında, daha derin bir özü samimiyetle cesurca aramaya gönül vermediğimizde işte böyle savrularak geçeriz. Başkalarının tercihleri, diğerlerinin öncelikleri, diğer kişilerin istekleri, diğerlerinin zevkleri, başkalarının bizim için çoktan biçmiş oldukları kalıplar…
Şimdi hep birlikte soralım istiyorum, korkmadan: Ya başka bir yol mümkünse; ya gerçekten hayatımızın derin bir özü ulaşmamız gereken derin bir amacı varsa; ya sadece bugün burada olduğu gibi, benimki gibi sadece bir kişinin bile hayatında ufacık bir noktayı değiştirebilmek belki onu umutsuzluğundan belki mutsuzluğundan belki görmek isteyip de bir türlü göremediği aydınlıklara çıkmak yolunda kaybolduğu karanlıklardan kurtarmak için bir amaç edinmek mümkünse…
Ya bu amacımız uğruna bıkmadan yılmadan sabahın en erken saatinde kalkıp sadece sayfalar boyu kelimeler yazmak mümkünse… Bir kişinin bile hayatının değişmesi ya bu kadar “çok” önemliyse… Ya bu kişi bir kişiye ve o bir diğer kişi de bir diğer kişiye dokunursa… Ya burada şu anda edindiğimiz bu derin amaç bir gün binlerce kişiye ulaşmak potansiyelindeyse… Ya bugün burada okuduğu bir cümlenin ona vereceği güçle bir kişi kocaman bir topluluğun belki kocaman bir ülkenin, belki tüm dünyanın kaderini bile değiştirebilecekse… Ya bu dünyaya gelmeden önce, siz, ben, bizler bu zamanda burada karşılaşmadan önce ben bu derin amacı çoktan kabul etmişsem… Ve bunu yapmadığım bunu unuttuğum bunu sizlerle paylaşamadığım her an bu yaşam hakkımı yeterince ve layık olduğu üzere tamamlayamayacaksam…
Ya burada yalnız olmadığımı bildiğim halde bir başkasının daha iyi, daha mutlu, daha olumlu, daha enerjik veya daha kendi olmasına katkıda bulunmak olanağım varken bunu “zamanım yok, işim başımdan aşkın, ben yapamam, ben uğraşamam” diyerek bir kenara atarsam… Ya bu yaptığım tüm yapabileceklerimi tek seferde kesip götürebilecek bir güçteyse… Ya benim gerçek derin hayat amacım tüm yapamayacaklarıma inat sadece o can-ım bir kişinin hayatına bir şey bir tek kelime, bir tek müzik, bir tek inanç, bir tek umut, bir tek “can” katabilmek kadar basitse… Ve ben yine de bu amacı göremezsem ya da görüp de görmemiş gibi yapmaya devam edersem… Bu hayat zamanım yaşadım demeye değecek midir?
Bugün bu yazımda bana eşlik eden sen, ya bu yazım gerçekten sadece “öylesine” karşına çıkmadıysa, ya bugünden sonra yapabileceklerin, hayatının o en derin amacına varmak için sadece birkaç soru sorman yeterli olacaksa… O zaman şu an başlamanı dilerim, şu an kendine sormanı; “Benim hayatımı yönlendirecek o muhteşem en derin amaç nedir?”
İlginizi çekebilir: Affetmiş gibi yapıp gerçekten affedemedikleriniz için bir şans daha vermeye hazır mısınız?