Matt Haig’in “Gece Yarısı Kütüphanesi” kitabını okudum. Sade anlatımı ve merak unsuruyla işlenmiş kurgusuyla gayet akıcı bir kitap ve ilgi çekici bir konusu var. Depresyonla mücadele etmeye çalışan Nora, aldığı bir kararla kendini zamanın akmadığı bir kütüphanede bulur. Bu kütüphanedeki tüm kitaplar kadının farklı hayatlarını anlatmaktadır ve onlar aracılığıyla hayatının, seçtiği herhangi bir versiyonunu deneyimleme şansı vardır.
Nora, yaşamak istediği hayatı bulmanın peşinde, pişmanlıklarını telafi etmeye çalıştığı farklı hayatlarını deneyimler. Ancak farklı hayatlarında hiç tahmin etmeyeceği farklı acılarla mücadele etmesi gerektiğini, hepsinde farklı sevinçleri olduğunu, kararlarının başka hayatları da etkilediğini fark eder. Bu denemelerdeki en büyük keşfi ise kök hayatındaki pişmanlıklarının aslında tamamen kendi algısıyla ilgili olduğudur.
Kitap bizlere bir şeye ulaşmanın sadece tek bir yolu olmadığını hatırlatıyor. Hayatta bazı duyguları yaşamak için yalnızca bize öğretilen şeyleri ya da kendimizce doğru olduğunu sandığımız şeyleri yapmaya ihtiyacımız olduğunu zannedebiliyoruz. Ancak dilediğimiz duygulara ve hallere bambaşka deneyimlerle de ulaşabiliyoruz esasen. Örneğin, başarı anlamını yüklediğimiz bir hedefe ulaştığımızda gerçekten başarılı hissedeceğimizin bir garantisi yok hayatta. Veya hiç aklımıza gelmeyen basit bir şeyi becerebildiğimizde tarifsiz bir başarı duygusuyla dolabiliyoruz. Kitapta da dediği gibi “Bazen öğrenmenin tek yolu, yaşamaktır.”
Hepimiz, “Keşke öyle yapsaydım!” ya da “Yapmasaydım!” dediğimiz bazı şeyleri eğer yapmış/yapmamış olsaydık hayatımızın nasıl akacağını merak etmişizdir. Bugün nerede, kimlerle, ne yapıyor olurduk acaba? Bu sorunun cevabını Nora’nın hikayesinde okumak eğlenceli olsa da, aslında bu soruların doğru sorular olmadığını da fark ediyoruz. Nora’ya eşlik ederken görüyoruz ki hiçbir senaryo bizleri olması gereken bir acıdan, bir kayıptan, bir kazançtan, bir duygudan kurtaramıyor. Başka kararlar elbette başka yollara çıkıyor, ancak onların hiçbiri birbirinden “daha” bir şey olamıyor.
Kitabı okurken sevdiğim bir filmi de anımsadım. Gwyneth Paltrow’un başrolde olduğu “Sliding Doors” adlı bir film vardır. Eve dönerken metroyu yakalaması ya da metroyu kaçırmasıyla hayatı tamamen değişen bir kadının hikayesini anlatır. Bu basit olayla kadının birbirinden çok farklı akan 2 paralel hayatına şahit oluruz. Bu durum bize her kararımızın ya da eylemimizin (hangi metroyla eve döneceğimiz kadar basit bir şey bile olsa) hayatımızın akışını nasıl değiştirebileceğini anlatır.
Ancak her iki hayatta da kadının karşısına çıkan önemli bir kişi vardır, zamanlaması farklı olsa da (izlemek isteyenler olursa diye detay vermiyorum)… Bu da, hayatımızın akışı bambaşka olsa bile, eğer hayatımızda olması gereken bir şey varsa olacağını anlatır.
Günün sonunda hiçbir hayat birbirinin ikamesi olamaz. Her deneyim kıymetlidir ve parmak izi gibi kendine özeldir, hayatlarımızda da kendi izini bırakır. Ya öyle olsaydı, ya böyle olsaydı diye bir şey de yoktur aslında. Ancak olabilen olur. Aslında pişmanlıklara değil de, sadece onlardan çıkarılan derslere yer ayırmalıyız hayatımızda. Her kararımızın, en küçük kararın bile büyük farklar yaratacağının bilincinde olmalıyız. Ve aslında ne paralel evrenimizi gösteren bir filmin karakteriyiz, ne de paralel hayatlarımızı bize gösterebilecek kitaplarımız var. Bu yüzden şimdi ve burada ne yapmak istiyorsak yapmalı, ne olmak istiyorsak olmalıyız.
İlginizi çekebilir: Kendini bilmenin yolu her zaman soru sormaktan geçiyor