Her nefes alışımızda, hem yaşarız hem de ölürüz. Dünyada var olan her şey geçiciliğe tabidir. Budistlerin temel anlayışından biri olan geçicilik, Anicca olarak isimlendirilir. Anicca bize hayatın hem can verdiğini hem de her an ölüme yaklaştırdığını hatırlatır. Ama biz dünya ile olan bağımızı koparmak istemeyiz. Bu yüzden etrafımızı maddelerle doldururuz. Ne kadar çok bağ kurduğumuz şey olursa, o kadar kalıcı olacağımız fikrine kapılırız. Ve bu kalıcılık derdi, bizde geçicilik ızdırabına dönüşür.
Peki ya ölmek ve yaşamak iç içeyse, ölmekten korkmak bir nevi yaşamaktan da korkmak değil midir?
Yaşamaktan korktuğumuz için anda kalabilmek, bazen güç bir durum yaratır. Anda kaldığımızda ve yaşadığımızı derinlemesine hissettiğimizde, her şeyin gelip geçiciliğini de hissediyoruz. Bu hissi sevgiyle değil de korkuyla deneyimliyorsak, kendimizi kısır bir döngü içinde buluyoruz. Korkularımız büyüyor.
Peki, ne mi oluyor?
Hayatın akışına ve hayata güvenmediğimiz için, sistemimiz otomatik bir şekilde kaygı ve korku yaratıyor. Hatta işte ya da okulda, o işi/ödevi yetiştirmek, o ürünü tasarlamak, göstermek de bir yaşam mücadelesine dönüşüyor. Hayatta kalma ihtiyacı yaratıp kendimizi bir savaş alanında bulabiliyoruz. Zihnimizin önderliğinde, bir anda patronumuz bir kaplana dönüşüyor, biz de bir ava dönüşüyoruz. Hayatta kalma hissi ile gelen ölüm korkusu, anksiyete, ardından gelen odaklanma sorunu, kendine güvensizlik, evrene güvensizlik ve öz sevgi-sizlik deneyimlerini yaşıyoruz. Böylece gerçek korku gelmeden, korkuyu yaratıp deneyimliyoruz.
Ya korku gerçekten korkulacak, kötü bir şey değilse? Gerçek bir hayatta kalma sorunu yaşadığımızda, bizi güzelce koruyacak bir arkadaşsa? Kaplandan ve felaketlerden kurtaracak biriyse?
Korku aslında sizi gizli gizli seven ve bedeninizi hayatta tutmak için ihtiyacınız olan bir duygu. Bu dünyanın geçiciliğini unutup kalıcı olma derdini de bu yüzden yaratıyor. Kısacası temeli sevgi. Öz sevginiz yerindeyse, korku sizi sarmak için gelmiyor. Sevgi yoksa, yalnızlık ve bilinmezlik içinde bir av gibi hissediyorsunuz. Peki öz sevgi ve öz değer gelirse, korkuya “Biz onun yanındayız merak etme!” demez mi? Belki de içerideki arkadaşlık durumlarını tekrar gözden geçirmeliyiz. Yarattığımız korkuların, hayallerin, isteklerin, birçok şeyin arkasında hep sevgi var. Hissetmek, başarmak, cesur olmak, bağışlayıcı olmak, kendine güvenmek…
Bunların hepsi birbirine sevgi ile bağlanarak bir zincir oluşturur. O halde korkuyu düşünmeden önce, evrene olan sevgimizi ve içimizdeki evrene olan sevgiyi hatırlasak ne olur?
Misafir gibi gelen duygularımıza çay ikram ederiz. Biri neşe, biri hüzün, belki biri de korku saçar. Öz sevginle içindeki duygulara nazik olur, seni çok yorarsa kibarca gönderirsin. Ama ilk geldiğinde ona zaman vermeyi de bilirsin. Böylece geçicilik bir ızdıraba dönüşmez, biz de hayatla akışta olabiliriz.