Yılların, ayların değil, artık günlerin, hatta anların bile kendimize hesabını sormamız gerekiyor. Boşa geçen anlar, hayattan çaldıklarımız, çaldırdıklarımız, kayıplar olarak hanemize yazılıyor.
Zamanla ilgili birçok deyim pelesenk olmuş dillerimize, çoğuna karşı dik bir duruş geliştirdim, zira benim için zaman demek hayat demektir.
“Zaman öldürmek” deriz mesela, eğer zamanı öldürüyorsak gerçekten katiliz demektir. Hayatı öldürüyoruz demektir. Ben katil olmayı kabul edemem. Fakat bunun karşılığı da sürekli meşgul olup hep bir program içinde olmakta, hayatı ıskalamakta değil! Hayat anlara anlam katmaktır. Güneşin altında oturup, gözlerini kapatıp yüzünde güneşi, teninde meltemi hissetmektir. Gereksiz ve yorucu kalabalıklardansa kaliteli bir tek başınalıktır. Dedikodularla beslenmektense, susmaktır hayat. Bir çocuğun saçını okşamak, bir sokak hayvanına sevgi göstermektir. Bu benim “yaşamın anlamı” projem.
Haftada tek bir gün izin yapanlar o günün ne kadar kıymetli olduğunu bilirler fakat kıymetini bilip o günü anlamlı hale getirebilirler mi? Onu bilemem, bildiğim şey, gün bitince eğer o günü istedikleri gibi geçiremedilerse, umduklarını bulamamışlarsa içlerini bir sıkıntı kapladığıdır. “Tek bir günüm vardı, o da saçma sapan geçti” deriz. Peki, daha geniş perspektiften bakarsak, yaşamda ikinci bir günümüz olduğunu nereden biliyoruz? O zaman bu rahatlık neden?
Bazen de olayları zamana bırakırız. Bana sorarsanız “zamana bırakmak”, hayatta kenara çekilmek anlamına geliyor, pes etmek, “Ben yapamadım, belki kendiliğinden olur” basiretsizliği. Sormazlar mı insana neden patron sen değilsin de, zaman? Peki ya zamanın yoksa? Ya zaman seni istediğin noktanın çok dışında bir yere götürürse?
Peki, bu aşamaya nasıl gelinir? İşte can alıcı noktayı açıklıyorum… Önce yolcu etmemiz gereken bir davranış var: Tutunmak. Kulağa olumlu gibi gelse de aslında bize en çok zarar veren, zamanımızı gereksizce çalan bir çaresizlik ve zayıflıklarla beslediğimiz, geliştirdiğimiz bir davranış olduğunu düşünenlerdenim.
Viki Sözlük çok güzel tanımlamış:
“Tutup bırakmamak, dayanmak, sarılmak veya asılmak.”
“Aynı yerde ve durumda kalmak, direnmek, dayanmak.”
“Kendini kabul ettirmek, kendine bir yer sağlamak.”
“Kendi üzerine koymak, kullanmak.”
Sıkı sıkıya sarıldığınız her şeyin esirisinizdir. Ve o şey bir gün mutlaka sizden gidecektir. İşiniz, eşiniz, çocuklarınız, arabanız, eviniz, bankadaki paranız, tutunduğunuz, hatta yapıştığınız, bırakamadığınız şeyler her ne ise hepsini bir gün hiç beklemediğiniz bir anda kaybetme olasılığınız var. Bir gecede fakir olabilirsiniz, işten çıkarılabilir veya batabilirsiniz, bir kıvılcım ile en sevdiğiniz menkul/gayrimenkulünüzü kaybederbilirsiniz, bir kaza/hastalık sevdiğinizi sizden alabilir, en yakınınızı sizi incittiği için hayatınızdan çıkarmak zorunda kalabilirsiniz. Bazen de gemileri yakmak zorunda kalabilirsiniz, o geminin içinde olduğunuzu, hatta en çok kendinizin yanacağını bile bile ateşe vermek zorunda kalabilirsiniz.
Peki, tüm bunları kaybedersen geriye senden ne kalır? Bu sorunun cevabı ne kadar dolu olursa hayatınızı o kadar kendinizle anlamlandırmayı başarmışsınız demektir. Ben yazdıklarımın hepsini yaşadım, yaşamadığım şeyi yazamam. Yeni başlangıçlar için bir felsefe lazım elbette, benimki Mevlana’dan alıntıydı: “Dün dünde kaldı cancağzım, bugün yeni şeyler söylemek lazım.”
Bir kez inşa ettikten sonra tekrar ve tekrar yeniden başlamıyorsunuz. İskeletiniz sağlam çünkü, sıvadaki dökülmeleri çok rahat onarıyorsunuz, eskisinden bile iyi oluyor inanın bana.
“Zamanın kıymetini bilmek = Hayatın kıymetini bilmek” ise elinizde sıkı sıkı tuttuğunuz, hatta düşmemek için tutunduğunuz ne varsa yavaşça yere bırakın ve sessizce uzaklaşın…
İlginizi çekebilir: Hafiflemek için sıkıca tutmak yerine bırakmayı deneyin