Aidiyet çok insani ve ihtiyacını duyduğumuz bir duygudur. Bizler bir yerlere, birilerine ait olmak istediğimiz gibi, bize ait olan birçok şey isteriz hayatımızda; benim arkadaşım, benim sevgilim, benim evim, benim fikrim, benim derdim… “Bana ait olanlar” listesi uzayıp gider. Bazı şeyler bize iyi geldiğinden etrafımızda hep onlardan olsun isteriz. Bazı özel ilgi alanlarımız da vardır belki; bir şeylerin koleksiyonunu yapıyoruzdur. Hepsi çok sıradan ihtiyaçlar esasen.
Bunlarla birlikte, “bize ait olanlar” listesinde bir de çok yer kaplayan, hatta fazlaca yer kaplayan bir grup vardır; “tutunduklarımız”. Bir fayda sağlamaktan ziyade, bir boşluğu doldurduklarından “bırakamadıklarımız”dan bahsediyorum. Belki bugüne kadar bunu hiç fark etmemiş bile olabiliriz. Belki kendimizi hep onunla beslemişiz, belki bizi çevremiz hep onunla beslemiş; nasıl başladıysa başlasın sonunda “bırakamaz” olmuşuz. Tutunduklarımızı fark etmek, kendimiz hakkında çok şey anlatır.
İhtiyaçlarımızı karşılamak için gereken şeyler dışında fazlaca sahip olduğumuz bir şey, ya da fazlaca hayatımızda olmasa da bir türlü vazgeçemediğimiz herhangi bir şey olabilir bu. Kimi için okunduğu halde birikmeye devam etmiş bir sürü kitap, kimisi için giyilmediği halde biriktirilmiş ayakkabılar, kimi için dönüp dolaşıp kendini başlangıç noktasına getiren bir düşünce paterni, kimi için de hayatındaki ömrünü doldurduğu halde bırakılamamış ilişkiler olabilir. Hepimiz bambaşkayız; listede başka başka birçok şey olabilir. Bununla birlikte, listedekilerin ortak bir özelliği vardır; kendi yaşam döngülerini tamamlamışlardır ve artık hayatımızda atıl haldedirler. Dolayısıyla, bizi de atıl bırakırlar. “Tutunma” eyleminin kendisini düşündüğümüzde de öyle değil midir zaten? Bir şeye tutunduğun noktada başka şeye yer kalır mı, ya da eylemin kendisi enerji tüketmez mi?
Biraz durun, düşünün. Sizinki ne?
Benim yok diyen ya henüz farkında değildir; ya kendine çok iyi yalan söylüyordur; ya da sadeleşmesini tamamlayan azınlıktadır ve bu durumda bizlerle yolculuğunu paylaşmalıdır ki, bizler de faydalanalım.
Peki, “tutunduklarımız” bize ne anlatır? Kendimize soracağımız, ama sorduğumuz gibi bir çırpıda cevabını alamayabileceğimiz bazı sorular vardır. “Hangi boşluğu dolduruyor, ısrarla bırakamadığım X?”, “Y’nin hayatımdaki varlığı ve/veya yokluğu bana ne hissettiriyor?” gibi, neye neden tutunduğumuzu anlamamızı sağlayacak soruları sorup cevaplarını bulmalıyız. Çünkü gerçekten tutunduğumuz şey, o eşya, o fikir ya da o kişi değil. Onun verdiği duygu, yarattığı düşünce, hayatımızda yer kapladığı alandır esas tutunduğumuz şey. Bunu yapmalıyız ki; önce keşfedebilelim, sonra da bırakabilelim. Özgürleşebilelim. Cevapların da ezberden gelen cevaplar olmadığından emin olmalıyız, sağlamasını yapmalıyız ki, kendimizi kandırmadan anlayalım kendimizi.
Kendimizi tutunduklarımızdan özgürleştirmemiz gerekli. Çünkü atıl kalan kaslarımızı kullanmaya ihtiyacımız var. Bizi geriye çeken düşüncelerden arınmalı, ömrünü tamamlamış ilişkilerle vedalaşmalı, artık kullanılmayan eşyaların kapladığı yerleri temizlemeliyiz. Atıl kalan ne varsa, bizi de iyice atıl bırakmadan, biz onu bırakmalıyız. Önce onlardan kurtulmalıyız ki, onların doldurduğunu sandığımız boşlukları, suretlerle değil de gerçeklerle doldurabilelim.
Dürüstçe sorun kendinize ve cevabın peşine düşün; sizin tutunduğunuz ne var hayatınızda?
İlginizi çekebilir: Yetişkinin çocuktan öğreneceği çok şey var: Çocuk mu bilge, yetişkin mi?