Hayat belirsiz ve tamamen kontrol etmek imkansız. İnsan ise içinde bir sürü çelişki ve tutarsızlıkla var olmayı sürdüren, tam anlamıyla çözülemeyen varlık…
İkisi de bu kadar karmaşık ve değişken iken, güvende hissetmek ve yaşamımızı daha öngörülebilir kılmak için yapmaya çalıştığımız şeylerin başında mantık yolu ile vermeye çalıştığımız kararlar yer alıyor. İçinde bulunduğumuz dünya ne yazık ki duygularımızı bir kenara bırakıp sadece düşünce ve sosyal beklentiye uygun seçimlerin bizleri mutlu kılacağına dair bir yanılgıyı bizlere empoze etmeye çalışıyor. Bu da bizi tamamen sonucunu bildiğimiz ve garantisi olan deneyimleri yaşamaya sevkediyor. Bu yolla kendimizi korkudan uzak tutmaya çalışabilir, bizden bekleneni yapıyor olmakla da vicdani bir rahatlık yaşadığımızı hissedebiliriz.
Şimdi bunun neresi kötü diye düşünüyor olabilirsiniz? Eğer böyle bir hayat sürerken kendinizi canlı, huzurlu, hayatın içinde hissedebiliyorsanız ne güzel. Olmanız gereken yerdesiniz demektir hayatta; ama kopuk, huzursuz, donuk, enerjisiz hissediyorsanız, kendinizi sık sık tv karşısında ne yapacağını bilmeden saatlerce öylece ekrana bakakalmış buluyorsanız, hiç hayal kurmuyor, uzun süredir yalnızsanız ya da derinlikli ilişkiler kurmaktan kaçıyorsanız, akşam eve geldiğinizde günün koşuşturmacası bitip ev sakinken kendinize engel olamadan sık sık içki ya da sigara içiyorsanız, başlamak istediğiniz spora ya da herhangi bir yeniliğe bir türlü başlayamıyorsanız, sadece mecbur olduğunuz için bir ilişkiyi sürdürüyorsanız, genel olarak seçim yapmakta zorlanıyor ve devamlı kararsızlık yaşıyorsanız, hayat ile bağınız tekdüze ise (sadece iş ya da çocuk üzerinden deneyimler yaşama gibi) şöyle bir hayatınızı gözden geçirme vakti çoktan gelmiş demektir. Sürüklendiğiniz ve ezbere yaşadığınız bir hayatın içindesiniz demektir.
Bu kadar garantici ve kontrolcü olma isteği sizi içsel yaşantılarınızı deneyimlemekten belki de alıkoymakta ve bu deneyimlerin hayatınıza getireceği renkleri tatmanıza engel olmaktadır. Bu istek, duygularınızı bastırmanıza da neden olur ki; Freud’a göre bastırılan hiçbir şey orada durmaz, geri döner.
Anlamamız gereken ise az önce saydığım durumların nelere karşılık geldiğini hayatınızda bulmaktır. “Böyle davranarak aslında ben neyden kaçmaya çalışıyorum?”un cevabı üzerinde düşünmektir. Elbette kendimize dürüst cevaplar vererek, zor olsa da… Bu nedenle bir terapi ortamında cevaplar daha kolay bulunabilir. Örneğin; işkolik düzeyinde bir hayatınız varsa kendinizi sadece en iyi yaptığınız şeyle var etmeye çalışıyor olabilir, farklı alanlarda rekabetten kaçıyor olabilir ya da mutsuz bir ilişki gerçeği ile yüzleşmek istemiyor olabilirsiniz.
Uzun zamandır hayal kurmuyor iseniz; gerçeğe dönüşmesini istediğiniz hayalleriniz şu anki yaşantınızı tehdit ediyor olabilir ve sizin kendinizle karşılaşmaya henüz cesaretiniz olmayabilir. İçinde olmaktan keyif almadığınız bir ilişkiyi sürdürüyorsanız; yalnız kalmaktan korktuğunuz için yapıyor olabilirsiniz ve ilişkilerinizi de garanti altına alma isteğiniz aslında canlılığınızı da yok ediyor olabilir ya da hayatınızın kontrolünü elinizde tutmakta zorlanacağınızı düşündüğünüz için gerçekten aşık olacağınız biriyle derin bağlar kurup tutkulu bir ilişki yaşamaktan korkup kaçıyor olabilirsiniz.
Tam da burada çok ince bir detay var aslında kaçırmamız gereken.
İlk olarak hayatta tüm başımıza gelenlerden biz sorumlu değiliz, elbette hayatımızı yaptığımız seçimler sonucu yaşıyoruz ancak tüm verdiğimiz kararların sonuçlarını önceden kestirip görmemiz mümkün değil. Verdiğimiz kararların sorumluluklarını sırtlayalım, ancak her an tahmin etmediğimiz bir sonuçla da karşılaşabileceğimizi gözden kaçırmayalım. Hayat doğası gereği karşımıza her an hiç beklemediğimiz bir sorun çıkarabilir. Bu nedenle değiştiremeyeceklerimizi kabullenme ve olayların akışı içinde zaman zaman kendimizi ona bırakmak gerektiğini de bilelim.
Bir diğer önemli ayrıntı ise insan olarak hiçbirimizin mükemmel olmadığını gerçekten kabul etmektir. Bizler duyguları ve düşünceleri anbean değişebilen, belirsiz ve kendi içinde tutarsızlıklar yaşayabilen ve bunun da gayet normal olduğu varlıklarız. Bu bakış açısı ile kendimizi kapsadığımızda değişen duygularımız ve isteklerimiz için kendimizi suçlamayı da bırakmış olabiliriz. Hayatımızda eksik kalan noktaları daha iyi görebilir, değiştirebilecek güce sahip isek yeniden yapılandırabilir, kendimizden uzakta bir yaşam sürmeye engel olabiliriz.
Bunu yaparken zaman zaman içimizden sert bir ses bizi eleştirebilir, sanki tüm yaşamınız boyunca sessizce bizi dikizlemiş ve biz tam şimdi yaptığımızda kendimizi daha iyi hissedeceğimizi düşündüğümüz bir deneyimin içine giriyorken topladığı kanıtları yüzümüze çarpıp bizi kınayarak yerden yere vurabilir. İşte bu süper egonuzun, egoya davranış biçimidir. Buna “vicdan” ya da ahlaki suçluluk duygusu da diyebiliriz. Oluşumu çocukluk yıllarına dayanır ki temelinde özdeşleşme vardır.
Yaşamda süper ego, anne/baba öğesinin yerini alır ve çocuğun daha sonra üstüne yüklediği kusursuzluğa duyulan hayranlığın işlevi olarak ego ile yaşam boyu ilişkiye girer. Bazen çok sert bir süper ego yapılanması bizim tüm değişimler için göstermeye çalıştığımız cesaretimizi kırabilir. Bir yanımız değişimi arzularken bir yanımız ağır suçluluk duygusu ile bunun doğru olmadığını söyler. Bu gibi çatışmalı durumlarda iki farklı duygu arasında kalıp, çatışma yaşayabiliriz. Bu durumda terapi desteği ile sorunu çözmek uygun olacaktır. Aksi halde bilinç dışımızın duygularımıza uyguladığı sansür gerçek “ben”e ulaşmamıza engel olur. Ne kadar gerçek ben o kadar kendimize yakın hayatlar…
İlginizi çekebilir: Zorlayıcı duygularla temas: Acının bize söyleyecekleri var