Makalat isimli eserinde Şems-i Tebrizi şöyle anlatır;
“…Benim bir âdetim vardır. Yanıma gelenlere sorarım: “Efendi! Konuşacak mısın yoksa dinleyecek misin?”, “Konuşacağım” derse, üç gün, üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Meğerki o kaçsın da ben kurtulayım. Eğer ki “Ben dinleyeceğim,” derse, ben de, “O halde birbirimizle uyuşuruz,” derim. Ben söze başlarım, o da laf arasında konuşur.”
Bu yazım dinlemek ve konuşmak üzerine olacak. Bunları genel olarak “yazabilmek” oldukça zordur. Bu konuda toplumsal algımızdan da kaynaklı olarak çok farklı görüşlerimiz olabilir. Fakat ben burada sizlerle birlikte hayatımızda “konuştuğumuz” aslında “konuşmamız gereken” ama konuşamadığımız, bazen de “susmamız gereken” ama susamadığımız noktalara, anlara, oluşlara ve olaylara bakalım istiyorum.
Öncelikle konuşmayı ve anlatabilmeyi ele alacağız. Bu hepimizin “dinlemek” olasılığına göre çok daha kolay yaptığımız bir şeydir. Bir günümüz boyunca çokça konuşmak fırsatımız olabilir. Konuşmak noktasında öyle bir görüş vardır ki bu “öylesine” konuşmak değildir, ben bu yazımda sizlerle birlikte “tartarak” konuşmaya bakalım istiyorum. Tartarak konuşmak nedir? Bazen düşünmeden söz söyleyebiliriz, canımız yanmıştır, biz de karşımızdakinin canı acısın isteriz. Egomuza dokunulmuştur, biz de karşımızdakini aşağılayıveririz. Bazen öyle üzülmüş oluruz ki haykırmaktan ne söylediğimizin farkında bile olmayız, ağzımızdan çıkanlara sonra hayretle bakarız; “bunları öylesine söyleyen bilen kişi gerçekten ben miyim?” diye sorarız bazen…
Öyle anlar olur ki “gitme” demek isteriz, bu içimizden geçer ama söylediğimiz “git” olarak çıkar, “ne kadar uzağa gidebilirsen o kadar uzağa git”. Bazen de tam tersini yaşarız, konuşuruz ve karşımızdaki bir kere “kal” desin isteriz, sevgilimizdir, sevdiğimizdir, annemizdir, babamızdır, eşimizdir ve hatta çocuklarımızdır, “kal” demelerini bekleriz ama işte söylenmemiş sözler vardır ya o noktadır bu anlar… Gidiyorum “demek” düşer bizlere ve bunu söyleriz, sözümüzü söyler de gideriz…
Hangi örneğimizde olursa olsun “sözlerimiz” hayatımızın sihrini oluşturur. Güzel sözler, güzel söylenmiş sözler, güzel için söylenmiş sözler, güzellikle bir olan sözler işte o sözler elbet yerini bulur… Fakat bu yazımda söz söylemekle sizlerle birlikte bakmak istediğim bir gün boyunca sarf ettiğimiz “iyi” ve “kötü” yönlü sözlerdir. Bir sözü söylerken düşünmemiz gerekir, evet “korktuğumuz”, evet “başıma gelecek üzüleceğim” dediğimiz, evet “dedikodu” olarak sarf ettiğimiz sözler belki “bu kişi çok yalancı”, “bu kişi çok sahte”, “bu kişi sürekli aldatıyor”, “bu kişiden baba olmaz” ,“bu kişi başarısız”, “bu kişi çok yalnız”… İşte kurduğumuz her yargı cümlemizle “o diğer kişinin yerinde bulunmadan, aynı şeyi yaşamadan” tam olarak anlayamayacağımız ama yine sözümü söylediğimiz cümleler gelir ve geçer…
Bir günümüze baktığımızda bunlardan çok daha “derin” sözler sarf etmek de mümkündür; gülümseyerek “günaydın” demenin, içten bir “merhaba”nın, güzel bir “hoş geldin” sesinin de yeri çok ayrıdır… Sonra “seni seviyorum” vardır, bir kişiye söyleyebileceğimiz en içten sözlerdir. “Sana güveniyorum” vardır sonra en güzel bağların kuruluşuna temel olan… İşte bu kadar kıymetlidir aslında “söylenen” her söz…
Şimdi biraz da dinlemeye bakalım… Sözde gerçekleştirilmesi oldukça basittir değil mi? “Dinlemenin nesi zor olur?” diyeceksiniz ama öyle değildir. Candan, kendin gibi, kendine olmuş gibi dinlemek evet bir sanattır. Yerine koymayı gerektirir, sonra asla yargılara varmamayı, kötü veya iyi diye yorumlara varmaktan kendini alıkoymayı en önemlisi “derdine ortak olmayı”…
Bizler ne kadar biliriz dinlemeyi? Dinlemek için önce yapmamız gereken “kendimizden” vazgeçmektir. Yani karşımızdaki konuşurken kendimize değil onun gerçekten ne söylediğine aktif olarak odaklanabilmektir. Birçoğumuz bir soru sorarız ve cevabını dinlerken bile “orada” değilizdir. Bir sonraki soruya geçmişizdir; dinlemeye “tenezzül” etmeyiz…
İlişkilerimizde dinlemek sorunu çokça ortaya çıkar. İki kişi arasında bitmeyen bir huzursuzluk başlar. Kişi “dinlenmediğini” hissettiğinde, bu bir “saygı” belirtisidir. Dinlediğimizi iddia ederiz fakat yaptığımız sadece “kendi fikirlerimize” yönlendirmek, onlar için üstelemeye çalışmaktır. Dinlemeyi bir yana atarız, nasıl olsa yanımızdaki “sevdiğimiz” kişinin ne söylediği değil bizim fikirlerimiz bizim ağzımızdan çıkanlardır önemli olan… İşte “dinlemek” fiili iki kişiyi bu kadar yaklaştırır ve aynı anda bu kadar uzaklaştırabilir – bu özelliği ile dünya üzerinde bizlere verilmiş olan en değişik “kapasitelerden” bir tanesidir “can kulağı” ile dinlemeyi bilmek…
Bugün bu yazımı okuyorsanız kendinize sormanızı dilerim, bir gün boyunca öncelikle ağzınızdan neler çıkıyor? Nasıl konuşuyorsunuz? Söz söylemek bir sanat olsaydı sizin sözleriniz hangi renk olurdu? Konuştuğunuzda kendinizi tam olarak ifade edebiliyor musunuz? Heyecanla ne diyeceğinizi düşünmeden mi hareket etmektesiniz yoksa hayatı biraz olsun kendiniz ve sözünüzü söylediğiniz herkes için “güzelleştirmek” üzere biraz olsun emek sarf etmekte misiniz?
Sonra bir de sustuklarınıza bakmanızı dilerim… Sizi hangi oluşlar susturur, hani anlar vardır ya “söyleyecek sözün kalmadığı” bu anlarda nasıl susarsınız? Susmadan önce kırıp döküp sonra sustum demek kolaydır, siz sustuğunuzda ve karşınızdaki bağırıyorken dinlemeyi biliyor musunuz? Ne kadar dinliyorsunuz gerçekten? Tam anlamıyla o kişinin söylediklerini anlamaya yelteniyor musunuz? Yargılıyor musunuz? İçin için dinlerken alay ediyor musunuz? Yoksa sizin o can kulağı sanatına eğiliminiz var mıdır? Kalbinizle dinlemeye hazır mısınız?
İşte söz söylemek ve dinlemek böyle muhteşem bir terazidir hayatımızda, her sözün bir yolu ve her dinlemenin de boşlukta oluşturduğu bir hatırası vardır… Sizin terazinizde bugün tarttığınız nedir?
Benim sözlerim burada biter, benim susmam dinlemem ise işte yine burada başlar… Şimdi anlatma sırası sizde…
İlginizi çekebilir: Her şey zamanını bekler: Sen cesaretle beklemeye hazır mısın?