Hayata yer aç: Minimalizm yoksunluk değil, keyiftir
Sizin de içinizde kocaman bir boşluk hissettiğiniz zamanlar oldu mu? Mutsuz, üzgün, hiçbir şey yapmaya halinizin kalmadığı günler? Peki bu anların üstesinden nasıl gelmeye çalıştınız? Kendinizi alışveriş merkezine atmakta mı buldunuz çareyi? Online alışverişin dibine vurarak mı? Netflix’te beyniniz yanana kadar sezon sezon dizi izlemekte mi? Instagram’ın yuvarlak olduğunu fark edene kadar hesaptan hesaba geçip, başladığınız yere geri dönerek mi? Buzdolabında ne varsa yedikten sonra, gecenin bir yarısı abur cubur siparişi vererek mi?
Yukarıdakilerin hangileri size tanıdık geldi bilemiyorum, ama bolca başvurduğumuz kaçış noktalarından birkaçı bunlar. Boşluğu kapamak için debelenirken, aslında onun bizler için sadece bir uyarı olduğunu unuttuğumuzun ise kanıtı. Hayata Yer Aç; Bir Sadeleşme Rehberi kitabına Regina Wong tam da bu konuya ilişkin görüşü ile başlıyor. “Ömür kısa vadeli çözümler için çok kısa, bizim yara bandına değil, tedaviye ihtiyacımız var. Bize bütüncül ve uzun vadeli çözümler gerekiyor.” diyor. Ve ekliyor; “Bu çözüm minimalizm olabilir.”
Açıkcası biraz şaşırıyorum, çünkü minimalizmi bugüne kadar hep eşya azaltmakla ilgili bir kavram olarak düşünmüştüm. Oysa Wong daha geniş bir tanım yapıyor. “Minimalizm yoksunluk değil, bir keyiftir. Fazlalıklardan ve gereksiz şeylerden arınıp; temel olanı, yani bize mutluluk ve değer veren, hayatımıza amaç katan şeyleri damıtma eylemidir.” Kitabının adında da belirtiği gibi tamamen hayata yer açmak üzerinedir.
Yazar yer açma kısmında ise sadece fiziksel şeyleri değil, duygusal ve zihinsel olanları da kapsamaktan bahsediyor. “Hayatımızdaki şeyler, insanlar, deneyimler, durumlar karşısında daha bilinçli, dikkatli ve farkında olmak.” İlk başta göz korkutucu geldiğinin farkındayım. Ama yazar “Minimalizm ile hayatımızdaki bütün karışıklıkları temizlemek, gerekli olana odaklanmak mümkün. Sonrasında istediklerimizi daha net görebilmek ve hedefe ulaşmak.” diye ekliyor. Sizi de heyecanlandırmaya başladı mı minimalizm, yazarın bu anlattıkları ile birlikte?
Hepsi kulağa çok hoş geliyor diyoruz. Ama için için de peki nasıl olacak bunlar diye düşünmeden edemiyoruz. Daha azla, daha fazla yaşamak nasıl mümkün olabilir? Başlangıç noktası olarak yazar, minimalizme bakış açımızı değiştirmek istiyor. Sanılanın aksine ne kadar azla yaşabileceğimize odaklanmaktansa, neler olmadan yaşayamayacağımız üzerine kafa yormanın daha uygun bir yol olduğunu söylüyor.
İsveçlilerin “Lagom” kavramının minimalizmin en iyi tanımı olduğunu düşünüyor. Yeterince, kafi, uygun, tam doğru, ölçülü, dengeli, mükemmel sadelikte olarak çevirisini yapıyor. Minimalizm ile hepimizin kendimize has dengemizi bulabilmemiz için “Bize bir değer katmayan veya herhangi bir amaca hizmet etmeyen her türlü şeyi hayatımızdan çıkarmalıyız” diyor.
Sizin de ilginizi çektiyse bütün bu anlatılanlar ve hazır olduğunuzu düşünüyorsanız; yazar ve benimle birlikte bir minimalizm yolculuğuna başlamaya ne dersiniz? Evet başlayalım da nereden başlayalım? Bu sorular hepinizin ilk aklına gelenler biliyorum. Kendimden örnek vermek istiyorum, benim sadeleşme adına ilk adımım eşyalar ile oldu. O zamanlar ben bunu bilinçli bir şekilde yapmasam da, yazar da kitabında öncelikle fiziksel nesnelerin derlenmesi, azaltılması ve toplanmasını öneriyor. Burada da çok haklı sebeplerini sıralıyor. Fiziksel eşyalardaki bu durum değişikliği daha gözle görülebilir, elle tutulabilir bir şey. Yeni başlayanlar için hem kolay, hem de motive edici olması da artısı.
Kendime dönecek olursam, kurumsal hayatı bıraktıktan sonra her sene biraz daha kıyafet azalttığımı söyleyebilirim. Evet her gün işe farklı kıyafetlerle gitmek gibi bir mecburiyetim yok, ama olanlar da gerçekten bu kadar kıyafet almak zorunda mı sizce? Ben yıllar içinde orada giyerim, şurada lazım olur diye tuttuğum bütün kıyafetlerimi bağışladım. Bu benim için minimalizm sürecinde ilk ferahlama adımıydı. Sonrasında sürdürülebilir olmasını ise kendime şu iki soruyu sorarak başardım. “Buna gerçekten ihtiyacım var mı?” “Bu eşyaya harcayacağım miktarı başka neye harcasam, daha mutlu olurum?” Bu iki sorunun benim sadeleşme yolculuğuma inanılmaz katkı sağladığını söyleyebilirim. Özellikle kıyafet alışverişlerimi hatrı sayılır derecede azaltmayı başardım.
Yazar da kitabında hayatımızı derleyip toplarken bu soruları biraz daha genişletiyor. “Bu nesne, inanış, eylem, ilişki hayatıma bir değer katıyor mu? Bir amaca hizmet ediyorsa tutun, cevabınız hayır ise atın.” diyor.
Madem kıyafetlerle ve eşyalarla başladık ve yazımın yayınlanacağı bu hafta şu meşhur 11.11 gününü içeriyor; bugüne yorumsuz kalamayacağım. Her geçen gün beni daha da çok rahatsız eden bir durum var ki; o da internette her paylaşımını alışveriş linkine bağlayan blogger’lar, influencer’lar. Koşun, stoklar bitmeden alın, sudan ucuz, ben beşinci rengini de aldım gibi yorumları aklım fikrim almıyor. Bu blogger’lar tüketim çılgınlığının katlanarak artmasını sürekli olarak teşvik ediyorlar, çünkü üzerinden para kazanıyorlar. Peki onlara özenen binlerce kişi ne yapıyor? Mağazaya gitmeye bile gerek kalmadan, kapıya teslim alışverişlerle; bilmem kaçıncı kıyafet, kozmetik, ev eşyasını istifliyor. İstifliyor diyorum çünkü normal bir insanın hepsini kullanabilmesine imkan olmadığını çok net biliyorum. Peki bütün bu döngünün insana, çevreye, dünyaya olan negatif etkilerinden artık bahsetmeye başlasak, nasıl olur? Ne dersiniz?
Ayrıca yazarın da tam burada araştırmalara dayanan bir haberi var. Kıyafetlerimizin sadece yüzde 20’sini giyiyoruz, geri kalan onca para akıttığımız her şey dolap bekliyor maalesef. Bir de farklı bir bakış açısı sunuyor bizlere. Yüzde 50 indirimlerde yarı fiyatına aldım, tasarruf ettim diye düşünmektense; almadığınız zaman yüzde 100’ün sizde kalacağını hatırlamanın daha uygun olduğunu belirtiyor. Bir daha o indirimden bu indirime koştururken, bunları unutmasak mı?
Kitabın en sevdiğim yanlarından biri, yazarın sürekli olarak “Minimalizm yoksunluk değil, keyiftir” görüşünü bizlere hatırlatması. Sadece bununla da kalmıyor; “Keyife ve güzelliğe yatırım yapın.” diye ekliyor. Benim de kendi hayatımda “Az ama öz” olarak uygulamaya çalıştığım görüş bu. Paketli, bolca işlenmiş gıda ucuz ve çabuk çözüm; ama ben daha doğalına ve sağlıklısına daha fazla ödüyorum, çünkü bedenime iyi geldiğini biliyorum. Kozmetik için yüzlerce ürün alışverişi yapmıyorum; ama daha temizini, daha doğalını kullanmaya çalışıyorum. Evimi eşyalarımı istifleyebilmek için dolaplarla doldurmadım; ama anılarımı güzel hatırlayacağım fotoğraflarla dolu bir duvarım var. Mumlar bana dinginlik ve huzur veriyor; bu yüzden evimin vazgeçilmezi. Peki hiç düşündüğünüz mü sizin vazgeçilmezleriniz neler?
Yazar “Az ama öz” ile daha mutlu olabilecekken, neden sürekli buradan uzaklaştığımızı çok başarılı bir şekilde paylaşıyor. “Ne kadar çok şeye sahip olursak, o kadar mutlu olacağımızı düşünerek biriktiriyor ve tüketiyoruz.” Ama sizlere kötü bir haberim var, çünkü bütün araştırmalar bunun tam tersini kanıtlıyor. Ayrıca yazara göre “Sahip olduklarımızın bizim kim olduğumuzu belirlediğini düşünüyoruz.” Statülerimiz, mevkilerimiz, arabalarımızın modelleri, evlerimizin büyüklükleri, giydiğimiz markalar gibi gibi. “Gerçek şu ki, birçoğumuz yaşamını pek önemi olmayan insanları etkilemek ve bu nesneleri alabilmek için sevmediği bir işte çalışarak geçiriyor.” şeklinde gözlemini paylaşıyor yazar. Boşa harcanmış hayatlara böyle böyle her gün yenisi ekleniyor. Peki bu durumu değiştirmek için ne yapmalı?
Steve Jobs’un “Zaman sınırlı, onu bir başkasının hayatını yaşayarak israf etmeyin.” sözü, kendi çıkışımızı bulmamıza yardımcı olabilir. Yazar da ”Sorunlarımızla başa çıkmanın yolu, onlardan kaçmaktan değil; yüzleşmekten, farkına varmaktan ve onları yönetilebilir ve yapıcı bir yolla ele almaktan geçiyor.” diyerek bize bir yol haritası sunuyor. Burada zamanın önemine vurgu yapıyor; çünkü zaman bütün insanlığa eşit dağıtılmış tek şey, herkesin bir günde 24 saati var. Kendimize sormaya hazır mıyız, peki biz zamanı nasıl değerlendiriyoruz?
Deneyimlere yeterince odaklanıyor muyuz sizce? Yıllar sonra satın aldığımız şeyleri değil de, eşimizle çıktığımız seyahati hatırlayacağız. Ailecek birlikte yenen yemeklerin, yapılan sohbetlerin tadı kalacak damaklarımızda anımsadığımızda. Arkadaşlarımıza zor gününde nasıl destek olduğumuzun bir anlamı olacak, ona satın aldığımız bir hediyedense.
İşte bu yüzden “Kendi mutluluğunuzu kendiniz tanımlayın” diyor yazar. Başkalarının dikte ettiklerini bir kabus gibi yaşamaktansa, kendi yolunuzu çizme cesareti göstermeye hazır mısınız? Kendinize, sevdiklerinize yeterli zaman ayırdığınızı düşünüyor musunuz? Peki sadece bedeninizle değil, tüm varlığınızla orada olabilmek için elinizinden geleni yapıyor musunuz?
Konu sevdiklerimize ve çevremize gelmişken, yazarın “Sizi olduğunuz kişi olarak seven, size saygı duyan, cesaret veren ve hayallerinize inanan insanlarla doldurun hayatınızı” öğüdünün çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Daha önceki yazımda da bahsettiğim Jim Rohn sözünü hatırlamanın şimdi tam sırası. “Siz birlikte en çok zaman geçirdiğiniz 5 kişinin ortalamasısınız.”
Yazarın buradaki önerisi size güç veren ve sizden enerji emenleri ayırmanız. Ben kendi adıma sürekli negatife odaklanan ve şükretmeyi bilmeyen insanları kendimden uzak tutmaya çalışıyorum. Hayatlarının kıymetini bilemediklerine sinirlenmektense, bu kişilerle görüşmemeyi seçiyorum. Çoğunun aşırı tüketim halinde, maneviyattansa maddiyatta olduğunu gözlemliyorum; çünkü elindekilerle mutlu olmayı bilmedikleri için boşluğu bunlarla doldurma telaşındalar anlıyorum.
Benden diğer enerji emenler ise sürekli kendinden bahseden, en küçük olayı bir dramaya çeviren, dünyanın onların ekseni etrafında döndüğünü zannedenler. Ben dışarıdan izlemesi bile fazlasıyla yoran bu insanlarla yollarımı ayırdım ve ayırmaya devam ediyorum.
Bahsetmeden geçemeyeceğim başka bir grup var ki; onlar da yüzüne gülen, canım cicim’leri havada uçuşan, samimiyetsiz insanlar. Onlarla ilgili dileğim ise bana uzak olsunlar, kime yakın olacaklarsa olsunlar. Yıllar içerisinde benden enerji emenlere hayır demeyi öğreniyorum ya da hiçbiri ile ilişkim kalmaması için çaba gösteriyorum; daha hala gidilecek yolum var farkındayım. Ama çok şükür öyle güzel arkadaşlarım var ki; önemli olanın can bağı olduğunu bana tekrar tekrar hatırlatıyorlar.
Son olarak sadeleşmeyi, hayatımıza yer açmayı neden bu kadar istiyoruz; neden bu işe kafa yoruyoruz, bolca emek harcıyoruz? Mutlu bir hayatımız olsun istiyoruz. Bu kadar basit. Mutlu olabilmemiz için hayatımızdan memnun olmamız gerekiyor. Yazara göre “Memnuniyete giden yol, şükürden geçiyor. İyiye odaklanmamızı sağlıyor.” İşte bu yüzden yazarın bir methodunu hayatıma eklemeye niyet ediyorum. Sabah uyanır uyanmaz ve gece yatmadan önce o gün şükran duyduğum 3 şeyi düşünüyorum. Kitapında başarının bu memnuniyet, bu mutluluk ve sürekli gelişme ve katkı sağlama birleşince olduğundan bahsediyor yazar. Ben de her bir alanda kendi payıma düşeni gerçekleştirebilmek için çabaladığımı fark ediyorum.
Yazarın da dediği gibi biliyorum ki ”Olağanüstü bir yaşam başımıza gelivermez. Her ustalık eseri gibi onu da inşa etmek, ustalıkla işlemek ve düzenlemek için zaman ve çaba gerekir.” İşte bu yüzdendir ki kollarımı sıvadım, kendi yolumu açmak için benim bütün uğraşım.
Ve unutmayalım ki “Bir şeyin bedeli, onun karşılığında verilmesi gereken hayat miktarı ile ölçülür. Kısa ve uzun vadede.” Henry David Thoreau’nun dediği gibi. Siz ne bedeller ödüyorsunuz, dilediğiniz hayata ne kadar yakınsınız? Artık bunları düşünmenin, bazı şeyleri değiştirmenin, azaltmanın vakti gelmedi mi sizce de? Siz de hayatınıza yer açmaya, kendi biricik yolculuğunuza başlamaya hazır mısınız?
Not: Az ama özün, doğal olanın, doğanın büyüsünü bize hatırlatan Doğu Karadeniz seyahatimizden fotolar. (Ekim 2019)
İlginizi çekebilir: Şefkatli iletişim: Düşüncelerin ötesine gidip duygulara ulaşmak