“Hayat bir bileği taşıdır ve bu bileği taşı sizi un ufak mı edecek yoksa bileyip parlatacak mı buna sadece ama sadece siz karar verirsiniz.” Cavett Robert
Nedir duvar örmek? Öyle şey mi olur dedik değil mi? En basitinden bir duvar örüverdik işte? Kendimizi korumaya aldık… “Ben yapmam” dedik. “Bana olmaz” dedik. İnanmadık. Aslında korktuk, bize ışıklar çevrildiğinde sahnede tek başımıza kalmaktan… Herkesin içinde yüksek sesle itiraz etmekten. Bazen isyan edip de ortamı delip geçmekten. Bazen kadere razı olmayı kabullenemeyen kalbimize rağmen kaybetmekten korktuğumuz için susarak kendi önümüze duvarlar ördük evet…
Ben bu yazımda sizinle birlikte “inkar” ettiklerimize, korkup kaçtıklarımıza, “bir daha canım acımasın” diye “saklamaya” aldıklarımıza sonra kimselere gösteremediğimiz o can-ım yaralarımıza bakalım istiyorum…
Belki bazılarımız “bana acıyacaklar” diye düşündü, derdini kimseye açamadı. Bazılarımız “beni yargılayacaklardır” dedi muhtemelen. “Nasıl yaptın?” diye soracaklardır diye korktu. “Bu hiçbir kurala sığmaz” diyeceklerdir belki… Değil mi? “Sen nasıl ve neden böyle bir şey yapabildin”, sen önce annesin, babasın, müdürsün” örnek bir insansın, biz seni bunun için mi büyüttük? denilmiş olansın, bir kere her zaman her şeyin en doğrusunu yapmış olansın… Sen mükemmel olansın, senin yanlışa, korkmaya üzülmeye, yaralanmaya iznin var mıdır?”
Yazık olan şudur ki en çok da kendi kendimize “izin” vermeyiz… Hemen kendimden bir örnekle açıklayayım. Ailenin en büyük çocuğu olunca çok başarılı olmanız gerekir, örnek olmanız, abla olmanız, kendinizi ve kardeşinizi kollamanız… Sonra her şeyde en birinci gelmeniz ve bu da yetmez tabii ki. En iyi üniversiteye gitmeniz, en iyi derecelerle mezun olmanız… Bu kadarla da kalsa yine iyidir, en iyi sonuçları almanız, en iyi ilişkiyi bulmanız, en doğru zamanda en doğru şekilde en doğru kişiyle evlenmeniz… Ve hiç duvara çarpmamanız… Yani “insan” olmamanız…
Hata yapmaktan çekinmeniz, korkmanız… Ve her şeyi “muhteşem” yapmaya çalışırken, olduramayacaklarınız olduğunu kaderin tokat gibi yüzünüze vurması. Çok sevdiğinizi kaybetmeniz… Bu olduğunda adeta “kaçacak” yer kendinizi koyacak bir dünya bulamamanız. Çünkü size öğretilmiş olan onlarca doğruya rağmen bir tane kocaman ama çok kocaman yanlışın tüm dünyanızı karartıvermesi… Oysa insan olmak “yanlış” yapmamayı mı gerektirir?
O muhteşem mükemmelliğimize bir kere “leke” sürmüş oldum ben değil mi? İşte bu benim hikayem evet kaybettim. Ne yazık ki bunu hayatıma dahil edebilmem için çok uzun zaman geçmesi gerekti. Bu kaybın bir “hayat” parçası olduğunu anlamak, bunu görebilmek ve yeniden hayata devam edebilmek için üç yıl kendimi kapatmam, durup durup düşünmem ve ne yazık ki çokça kaybolmam gerekti…
Bugün buradayım, evet savaşlardan döndüm, yitirmeyi kazanmak kadar hayatıma dahil ettim. Ama işte bu yazıya konu olan duvarlarımla. Peki, neden incindiğimizde o muhteşem savunma kalkanımızı öreriz? Ben hemen cevap vereyim “tekrar” düşmekten öyle delice korkarız ki hayatımıza alabilecek cesaretimiz bile olmaz…
Biten bir evliliğin ardından, aldatılmışsanız, çok kırılmışsanız ve sevgiyi uzun süre sorgulamışsanız güven kelimesi size çok derin şeyler ifade eder. Ve ikinci bir şans kapınıza geldiğinde, çok ama çok sevilseniz de siz de buna ortak olsanız da “evet” diyemezsiniz. İşte bu da benim hikayemin ikinci perdesi… Doğru insan fakat yanlış zaman… Kocaman duvarlarımın arkasından bana uzanan sıcacık bir teklifi görebilmek mümkün müdür? Yine üzüleceğim, aynı şeyleri yine yaşayacağım, hayat kader ne ise üzülmek istemiyorum diyerek ve bu düşünceyle korkarak kaçmak doğru mudur?
Kaçınca ne olur, işte o muhteşem duvarlarımız vardır değil mi? Onların arkasına bir güzel sığınırız. Evet, tehlikeler bizi bulamaz, evet kalbimizi kimse yine acıtamaz ve evet incinmeyiz belki ama hayata ne yaparız? Yani hayata dair ne yapmaktayızdır? Sizce bir fanusa koyduğumuz can-ım balık gerçekten hayata “balık” olarak gelmenin hakkını vermekte midir? Bizler işte o duvarlarımızın, korkularımızın, cesaretsizliklerimizin o kabuklarımızın ardına saklandığımızda gerçekten hayatın hakkını vermekte miyiz?
Ben bugün bu yazımı okuyan sizlerle birlikte tüm duvarlarımızı yıkalım istiyorum. Ne varsa bizi inciten, kıran, arkamızı döndüren, küçücük bir çocuk gibi küsmemizi gerektiren hepsini dökelim ortaya. Ve en önemlisi hep birlikte görelim korkacak, üzülecek, çekinecek, böylesine kaçacak, o kabuk tutmuş yaralarımızı canımız pahasına saklamaya çalışacak bir şey yok… Dışarıda sadece hayat var…
Hayat bir kere geldiğimiz o güzel hayat var. Evet, yine incineceğiz, düşeceğiz, kırılacağız, korkacağız, kaybedeceğiz, aldatılacağız, kırılacağız, boşanacağız, yitireceğiz, kaybolacağız bunlar hayata dair. Ama bir o kadar da güleceğiz, paylaşacağız, kazanacağız, evleneceğiz, öpüşeceğiz, seveceğiz, aşık olacağız, kendimiz gibi olacağız, yemyeşil çimlerin kokusunu içimize çekeceğiz, dünden bugüne kocaman heyecanlarla belki küçücük elleri tutabilmek için uyanacağız, belki bir fakire yardımcı olabilmek için mutlulukla kalbimiz çarpacak ya da annesi olmayan bir çocuğa annelik yapacağız… İşte bunlar da öncekiler de hayata dair…
Hayat tüm muhteşemliğiyle önümüze serilmiştir. Bizler bu duvarların arkasında bu hayatın hakkını veremeyiz. O yüzden bugün bu yazımı okuyorsanız duvarlarınızı yıkın… Bahçenizde kalın, bahçenize gelenleri misafir edin, kendinizi, kalbinizi hayatınızı her şeyinizi korkmadan “yeni” olana açın…
Çünkü siz de hayatınız da çok değerlisiniz…
İlginizi çekebilir: Hayatı dinlemek ve hayata susmak: Senin terazinizde ağır gelen hangisi?