“Hayat bu, bir bakarsın, her şey bir anda son bulur…” Şems-i Tebrizi
Genç yaşlarımızda sonsuza kadar yaşayacağımızı düşünürüz. Yirmilerimize vardığımızda hayat çok hızlanmıştır. Günler ve ne yazık ki yaşlar birbiri ardına koştura koştura geçiverir… Ve bizler, itiraf edelim “büyümek” ile tanışırız. Büyümek biraz da hayat demektir değil mi? Artık “hayatı” gerçekten yaşamaya başlamışızdır… Üniversiteden mezun olduğumuz yirmili yaşlarımızın ortalarından sonra “asıl” hayat gelir çatar… İş bulma zamanı gelmiştir. Geçimimizi sağlayabileceğimiz bir iş bulmak, su faturası, elektrik faturası ve kira vardır hayatımızda artık… Bunlar büyüme sürecinin, diğer bir anlatımla sevgili hayatın yüklediği sorumlulukların bir nevi olmazsa olmazlarıdır bizler için…
Sonra otuzlarımız geliverir. Artık yirmiler geride kalmıştır… Gençlik diye iç geçirmelerimiz başlamıştır bile… Gürültülü müzikleri daha az tercih eder oluruz. Daha az insan ile mutlu olabilmeyi öğreniriz. Hayat dediğimizin ne olduğu konusunda daha derin sorular sormaya başlarız… Nitekim aldığımız cevaplar da daha derin olur…
Ne zaman bugüne geldik diye sormak kalır bizlere. Geriye dönüp baktığımızda bu dünya üzerinde kocaman otuz yılı devirmiş olanlarızdır… Bir aile kurmak isteriz. Bu da “yeni” sorumluluklarıyla gelir. Eş olma sorumluluğu vardır bir kere… Sonra anne – baba olmak isteriz… Bir çocuğu, bir insanı yetiştirmenin o en ağır sorumluluğu da yükleniverir omuzlarımıza… Yaş kırklara işte bu koşturmaca ile yaklaşır…
Kırklara geldiğimizde (henüz gerçek hayatta gelmediğim için nasıl hissedildiği konusunu siz okurlarıma bırakıyorum, ben burada kendimce hayalimdeki kırklı yaşlarımı yazmaya çalışacağım) “yolun yarısı” aşılmıştır. Bir yarısı daha kadar yaşamaya vaktimiz olacak mıdır bilemeyiz… Ama sorumluluklar aynı sorumluluk olur, koşturmaca aynı koşturmaca… Yaşlanan bedenimiz hafif hafif sinyallerini verir… Koskocaman kırk yılı devirdim diye bağırdığı günler olur, bazen her zaman yürüdüğümüzden daha uzun yürümek istediğimizde, her zaman yaptığımız spor antrenmanından biraz daha ağır çalıştığımızda… Dinlenmeyi bir kenara bırakalım bir gece az uyusam da olur dediğimizde…
Ben bugün sizlerle birlikte hayatımızın tüm bu koşuşturmacasına inat, bir hayal kuralım istiyorum… Biraz da farkına varalım diyorum, zamanın nasıl geçtiğinin, günlerin birbirini nasıl izlediğinin ve en önemlisi bizim bu günlerimizi “nasıl” ve “ne ile” yaşamayı tercih ettiğimizin… Bana bu yazımda ilham olan bu sabah gördüğüm bir vefat haberiydi. Henüz bir ay önce sapasağlam olan bir kişinin, şu anda bu dünya üzerinde olmadığı gerçeği…
Şimdi hep birlikte güzel bir yolculuğa çıkalım istiyorum. Bir melekle karşılaştık ve bize şunu söyledi: “Bu hafta dünya üzerindeki son haftan olacak. Sana bu gerçeği iletiyorum çünkü bu zamanı en iyi şekilde değerlendirmek veya istediklerini gerçekten istediğin şekilde yapmak sana bırakılmış bir tercih… Bu haftanı güzel yaşa…”
Ve melek yanımızdan ayrılır… Evet, baş başa kaldığımız gerçeğe biraz daha yakından bakalım. Son yedi günümüz dünya üzerinde. İlk aklımıza gelen ne olurdu? “Ben sevdiklerime bunu nasıl açıklayacağım? Ben bu sabah eşimi neden kırdım hem de hiç değmeyecek bir şey için? Dün toplantı sırasında bana ulaşmaya çalışan ve sadece hatırımı, nasıl olduğumu merak eden sevgili annemi neden azarladım? Neden ona sadece bir saniyeye sığacak kadar kısacık bir süreliğine ‘Annecim ben de seni çok seviyorum seni beş dakika sonra arayacağım’ demek yerine ‘Zamanım yok sonra konuşuruz’ diyerek geçiştirdim?”
Neden bugün sahip olmadığım o kocaman ev için kendi kendime üzülmekteyim? Neden bu borcu nasıl ödeyebiliriz diye ailemi karamsarlığa sürükledim? Neden bitmeyen işler yüzünden bu yıl çıkacağım sadece bir haftalık tatilimi yine erteledim? Neden yarına yetiştirilecek sunumlarım sevgili kızımla zaman geçirmekten, bir hikaye kitabı okumaktan “çok daha” değerli benim için? Neden bu sabah bir kafeye oturup sadece ve sadece kendim için mis gibi kokan bir kahve içmek bana “nedensiz” geldi? Neden bu kadarını bile hak etmediğimi düşündüm? Yıllardır görmeyi hayal ettiğim o muhteşem Çin diyarına bu geçtiğinde şu olduğunda o bittiğinde diyerek neden bugüne kadar hiç gidemedim?
Neden elimi tutmaya çalışan insanları hep hayatımdan uzaklaştırdım, bir kere bile onlara daha yakından bakarak tanımayı bir şans vermeyi düşünemedim? Neden itmek yerine sevgiyi tercih edemedim? Neden bugüne kadar “doğuramadığım” çocuklar için çırpınmaktansa anne sevgisine aç binlerce çocuktan sadece bir tanesine bile dolu dolu sarılmadım? Neden kendimden önce bir başkasını mutlu etmek için sadece bir günümü ayıramadım? O gülümsediğinde ben de en az onun kadar neşesine ortak olamadım?
Bugün bu yazımda bana eşlik ediyorsanız, yukarıda okuduklarınıza kendi hislerinizi eklemenizi diliyorum… Bugün bu melek hayatınızın son haftasında olduğunuzu paylaşsaydı gerçekten nasıl yaşamayı tercih ederdiniz? Dün yaptıklarınızı tekrarlar mıydınız, içinizde tutmayı tercih ettiklerinizi açıkça paylaşır mıydınız? Bu dünyaya verebileceklerinizi tam anlamıyla vermeden gitmeye gönlünüz razı olur muydu? Kalbinizdeki tüm sevgiyi buradakilerle paylaşmadan bırakıp gidebilir miydiniz?
Bugün son bir haftanız olduğunu öğrenseydiniz, sizin o muhteşem hikayeniz ne olurdu?
İlginizi çekebilir: Her şeye sahip olmaktan hiçbir şeyin sahibi olmamaya: İyi ki varsınız dediklerimiz