8 Eylül 2011, günlerden Perşembe. Beraber seyahat ettiğim en yakın iki arkadaşım Ömer ve Deniz’den akşam saatlerinde büyük bir zorlukla ayrılıyorum. Dominik Cumhuriyeti, Santo Domingo, Las Americas Havaalanı’ndan, Havana, Küba’ya uçup, orada iki gün daha kaldıktan sonra Paris’te aktarma yaparak İstanbul’a döneceğim. Bir yandan içimde inanılmaz bir sıkıntı var, bir yandan da son iki gün Havana’da görmek istediğim insanları ve tekrardan gitmek istediğim yerleri düşünüp sıkıntımı gidermeye çalışıyorum.
Tam iki haftadır Karayipler’de, üç arkadaş çok keyifli bir tatil geçiriyoruz, şimdi nerden çıktı bu iç sıkıntısı? Belki de Cubana de Aviacion’la yapacağım yolculuğun iki kere geç saate ertelenmesi bu sıkıntımı daha da arttırmaya sebep oluyordu. Yarım saatlik taksi yolculuğunun ardından havaalanına ulaştığımda benimle aynı uçağı bekleyen insanların telaşlı telaşlı konuştuklarını, gecenin köründe beklemekten bunalmış yüzlerinden bir şeylerin ters gittiğini anlıyordum. Daha sonra bir adam gelip sırada bekleyenleri bir odaya aldı ve İspanyolca bir şeyler anlatmaya başladı. Hay Allahım diyorum, yok mu bir Allahın kulu bana ne olduğunu anlatacak? En sonunda yanımda duran iki garip tip, bana Amerikan aksanıyla uçağın belirsiz bir tarihe ertelendiğini söyledi. Dedim canım gracias, ne güzel söyledin ama benim iki gün sonra uçağım var İstanbul’a. Ben ne yapacağım? Ertesi gün tekrar havaalanına gelip başka uçak bulmaya çalışacakmışız. Bu arada etraftaki tipler; 2 garip tipli yarı Amerikan yarı Kübalı Horrestes ve George, rasta saçlı Haitili bir müzisyen, Arjantinli olduklarını düşündüğüm bir grup orta yaşlı teyze ve amcalarla onların çocukları, nereli olduğunu kestiremediğim, pis tipli, saçının tepesi kel ama devamı uzun, sarı- beyaz yağlı saçlı, pis sakallı, kırmızı burunlu alkolik tipli bir amca…
Hepimiz iki tane servise doluşup Quality Hotels denen düzgün ama gereksiz otele gidiyoruz. Zaten gecenin bir körü olmuş, herkes odasına yerleşip ertesi günü heyecanla bekliyor. Ertesi gün George ve Horrestes’le kahvaltı edip, toparlanıp tekrardan havaalanına gidiyoruz. Bunların da tipi bayağı enteresan, bir de sevgililer mi değiller mi anlayamadım da, neyse… havaalanında bütün gün oradan oraya koşturup uçağımızın ne zamana ertelendiğini öğrenmeye çalışıyoruz. Bu arada benim Paris aktarmalı İstanbul uçağım da bir gün sonra. Yani bayağı panik olmuş haldeyim. Zaten iki gün önce sivrisinek ısırığından hastaneye kaldırılmışım, üzerimde iki gündür aynı kıyafetler var ve stresten bir türlü uykuya dalamadan geçirdiğim bir geceden sonra Küba uçağı peşinde buz gibi klimalı havaalanında bütün gün koşturdum. Konuştukça sesimin daha da kısıldığını fark ediyorum ama yapacak bir şey yok. O sırada Horrestes ve George; benim pasaportumu da alıp ortadan kayboldular. Ben de bir kahve alayım bari dedim, kibarlığım da tuttu, yanımdaki Arjantinli zannettiğim amcaya “Size de bir kahve alayım mı?” dedim. Konuşmaya çalışıp beceremediği bozuk İngilizcesinden Fransız olduğunu anladım ve adamı daha fazla zorlamamak için Fransızca devam ettim. Aman Allah inanamadı, pek sevindi, ben nerden Fransızca biliyor muşum da falan da filan da, ben de dedim “Ben de sizi Arjantinli zannettim, niye daha önceden belli etmediniz?” O ne demekse? Ne yapacaktı adam acaba Fransız olduğunu belli etmek için? Uykusuzluk, sinir stres… Ne dediğimi biliyor muyum ben canım! Fransız arkadaşım Claude’la beraber kahvemizi höpürdetirken kendisinin 20 yıldır Dominik Cumhuriyeti, Las Terrenas’ta yaşadığını, önceleri Haiti’deki olayları görüntüleyip, yazarak Fransız televizyon ve gazetelerine haber sattığını, şimdiyse çok nadir haber yazdığını ve Las Terrenas’ta bir galerisi olduğunu, gezdiği yerlerden galerisine tablolar alıp orada onları sattığını öğrendim… Benden oldukça büyük bu tatlı adamın sohbeti çok güzeldi, ben de sesimin son demleriyle adama benim her ne olursa olsun ertesi gün Küba’da olmam gerektiğini aksı takdirde ne Kübalıların ne de Dominiklilerin bana uçak paramı iade etmeyeceğini anlatıyordum…
En sonunda Horrestes ve George gelip hiçbir şey ayarlayamadıklarını, artık uçak ne zaman derlerse o zaman uçacağımızı söylediler. O anda bende kayış koptu. Bir tane doğru düzgün İngilizce bilen hostese derdimi anlatıp, durumun ciddiyetini belirttim. Kadın “Tamam, senin özel durumundan dolayı sana yarın için başka bir uçak ayarlayacağım.” dedi. Rica minnet bavullarımızı aldıktan sonra, hep birlikte otele geri döndük. Ama otele döndüğümde Claude’un bizimle olmadığını fark ettim. Odama çıkıp banyo yaptıktan sonra, seyahat günlüğümü tutmak üzere ve tabii aslında bana bilet sözü veren hostesi beklemek üzere lobiye indim. O kadar paniğim ki, saçlarımı bile kurutmadan indim lobiye. Resepsiyondakilere; altı kere “Hostes gelecek aman beni unutmayın, hostes gelecek ben lobideyim bak, hostes gelecek unutursanız yanarım…” diyerek bayılttım adamları. O sırada Claude geldi, “ Aaa günlük mü yazıyorsun, nişanlın nerde?” dedi. Ne nişanlısı ayol diye geçirdim içimden, meğerse adam George’u benim nişanlım zannetmiş. Ne alaka yahu! Neyse nişanlım olmadığını öğrenince pek bir sevindi ve akşam yemeğini birlikte yemeyi teklif etti, ben de kabul ettim. Beraber restorana geçmeden önce tabii ki resepsiyondakilere tekrardan kendimi hatırlatarak, hostes geldiğinde beni restoranda bulabileceğini söyledim.
Akşam yemeği boyunca benim daha önceden yaptığım seyahatlerden, Latin Amerika sevgimden, ailemden, ailemin benim ani seyahatlerime nasıl alıştıklarından, ertesi gün mutlaka Küba’da olmam gerektiğinden… vs bahsettik. Claude; çok kibar, orta yaşlı, hoş sohbet, esprili bir adam. Yemek boyunca arada bir hostesi kaçırmamak için kapıya bakmam dışında sohbetinden hiç sıkılmadım. Aksine onun Las Terrenas’taki hayatını, Haiti’de gazetecilik yaptığı dönemlerdeki anılarını, Küba’yla ilgili düşüncelerini… dinlerken inanılmaz keyif aldım. Küba’da bir arkadaşıyla buluşup, gezecekmiş, uzun yıllardır çok uzaklara seyahat etmiyormuş, benim hikayelerimi dinledikçe gençliğindeki maceraperest ruhu gelmiş aklına. 24 yaşında olduğumu öğrenip, ne kadar fazla yere gittiğimi ve hep de uzaklara seyahat ettiğimi ve edeceğimi öğrenince “Bana yeniden seyahat etme isteği verdin” dedi. Çok hoşuma gitti bu cümlesi. İnsanlarda içlerinde olup ta unuttukları bir hissi uyandırmayı veya onları cesaretlendirdiğimi görmeyi çok seviyorum. Claude; benimle ilgili her şeyi ilgiyle dinliyor, farklı konulardaki görüşlerimi daha iyi anlamak için bana sorular soruyordu, fakat benim sorularıma yeterli cevapları vermiyordu! Mesela yaşını benden gizledi, “Senden oldukça büyüğüm” dedi. “Evli değilim, ama çok yalnız da kalmıyorum” diyerek medeni halini ve yaş 70 gibi görünse de işin bitmemiş olduğu sinyalini verdi. Türkiye, Fransa, Dominik Cumhuriyeti, Haiti, Brezilya… üzerine konuşmalarımıza devam ederken beklediğim hostes en sonunda kapıda belirdi. Kadını görünce öyle bir sevindim ki, aileleri kavuşturan televizyon programlarında senelerdir görmediği annesini gören tipler gibi “Burdayııım” diye kadının boynuna atladım. Hostes; benim özel durumumdan dolayı ertesi sabah 07:00’deki Panama aktarmalı Havana uçağını ayarladıklarını söyledi. İnanılmaz sevindim, kadına sarıldım, öptüm. Ama biraz düşününce aslında tam ters istikamete gidip, oradan daha uzun sürecek bir yolculukla Havana’ya ulaşacağımı fark ettim. Ama olsun, sonuç olarak olmam gereken yerde olacaktım. Fakat bir sorun vardı. Panama’da 5 saat bekleyecektim ve Havana’ya ulaştığımda Paris uçağını yakalamak için 55 dakikam olacaktı. Bu da Havana’ya gitmiş olacağıma rağmen, uçağı kaçıracağımın resmiydi. Çünkü Küba’da pasaport kontrolünden geçmek bir saat, bavulların gelmesini beklemek de yine en az bir saati buluyordu. Hostes, görevlilerden rica ederek daha erken bir saatteki uçuşa geçmeyi deneyebileceğimi söyledi. Off yaa, yani tam rahatladım derken başka bir dert çıkmıştı. Daha sonra Claude’la barda bir içki içerek sohbetimize devam ettik. Bardan sonra da havuz başına geçip açık havada konuşmaya koyulduk. Kaç saattir konuşuyorduk, artık birbirimizi iyice tanımıştık. Seyahatlerde yeni tanıştığınız insanları sanki yıllardır tanıyormuşsunuz gibi geliyor mu size de bilmiyorum ama ben hep bu şekilde hissediyorum. Kanım ne kadar da çabuk kaynıyor insanlara!
Bayağı uzun bir süre sohbet ettikten sonra uykum gelmemesine rağmen odama çıkayım dedim. Çünkü ertesi sabah, yani üç saat sonra uyanıp uzun bir yolculuğa çıkacaktım. Sabah 04:30’da otelin şoförü beni alıp havaalanına bırakacaktı. Claude’la tanıştığıma çok memnun olduğumu, bir gün mutlaka yeniden karşılaşacağımızı, belki Paris’te belki de İstanbul’da yeniden görüşebileceğimizi söyledim. Bu sözlerime çok sevindi ve o gece üçüncü kez “Bana siz deme, sen de lütfen” dedi. Gerçekten tüm içtenliğimle söylemiştim tekrar karşılaşabileceğimizi. Odama çıktığımda kendime kısaca bir küfür ettim, çünkü yanımda ne kol saati, ne de cep telefonu vardı. Genel olarak cep telefonumu almadan seyahat ederim. Bayağı bir süredir de saat takmadığım için seyahate çıkarken de saat almamıştım yanıma. Eee, bu durumda resepsiyonu üç kere arayarak “Aman sabah beni uyandırmayı unutmayın, bak çok önemli, unutmazsınız değil mi?” diye adamların içini kıydım. Tam yatıyordum ki kapım çaldı. Kapıyı açtığımda bir adet pembe gül duruyordu önümde. Aa, Claude bana çiçek getirmiş! Çok hoşuma gitti, bir o kadar da garibime gitti. Gayet de arkadaş gibi konuşmuştum, başka bir şey düşünmemeliydi. Kibarlığına vererek üzerinde durmadım. Tekrardan vedalaştıktan sonra bir tane Claude’a bir tane de George ve Horrestes’e iletilmesi için, gitmeden önce resepsiyona bırakmak üzere 2 adet not yazdım.
Bütün gece telefonum ne zaman çalacak diye beklemekten tahminen 2-3 dakika uyuduktan sonra hazırlanıp odamdan çıktım ki ne göreyim? Claude, bavuluyla kapımın önünde beni bekliyor. Çok şaşırdım, aradaki farkı verip benimle birlikte Panama aktarmalı Küba’ya gitmek istediğini söyledi. Ne diyeyim, uçak benim değil ya! “Ben de sana not bırakacaktım” dedim, o da bana bir not yazmış, ama sonra benimle birlikte gelmeye karar vermiş. Beraber Panama’ya uçtuk, uçakta biraz konuştuk biraz da film izledik. Woody Allen’ın Midnight in Paris’i. Panama’ya ulaştığımızda 5 saat beklemek yerine sabah 10:30 veya 13:30’da olan uçaklara binmemin mümkün olup olmadığını konuştuk görevlilerle. Gerçekten bütün günümü Panama havaalanında görevlilerle konuşarak geçirdim. Ben ayrı, Claude ayrı, durumu farklı farklı görevlilere anlattık ama nafile! Neymiş efendim, Cubana de Aviacion’un Copa Airlines’la o saatteki uçaklarla anlaşması yokmuş. O kadar saat sesimin son damlasına kadar konuşarak hiçbir şey elde edemedikten sonra iki uçağın da saati geçmiş bulundu. Günlerin yorgunluğu, uykusuzluğu, yetiştim yetişemedim telaşıyla artık neye ağladığımı bilmeden yere oturup ağlamaya başladım. Claude, beni yatıştırmaya çalışıyor, en olmadı beraber Havana’da tatil yapabileceğimizi söylüyordu. Son çare Claude’un telefonundan Ömer’leri aradım ve durumdan haberdar ettim. Daha sonra babamı arayarak uçağı kaçırabileceğimi, bana alternatif uçak bakmalarını rica ettim. Panama’da olduğumu duyan babamın sesi hala kulağımda. Burnundan soluyarak; “Panama’da mısın? Irmak Panama’da ne yapıyorsun? Tuba, bu çocuk Panama’daymış.” diye anneme durumu anlatıyor, bir yandan sinirlenip bir yandan da gülüyordu. Ama hafta sonu olduğu için annemle babamın elinden de bir şey gelmiyordu. Babamla da konuştuktan sonra tekrar ağladığımı gören görevli, halime bayağı bir acıdı ve beni tekerlekli sandalyeyle uçağa bindirip, uçaktan en önce inmemi sağlayacak ve beni Paris uçağına yetiştirecekti. Ne şekilde olursa olsun, o uçağa yetişecektim! Şimdi düşününce “neden?” diyorum kendi kendime. Kaçırsaymışım anasını satayım.
Biraz vakit geçtikten sonra görevli tekerlekli sandalye yalanından vazgeçtiğini, çünkü Küba’da tekerlekli sandalye bulmanın çok zor olacağını ve uçağı kaçıracağımı söyledi. Bütün yollar kapanmıştı. Claude, beni nasıl teselli edeceğini şaşırmış haldeydi. Ama yine de tüm kibarlığıyla, benim ne kadar azimli bir kız olduğumu, insanların beni ne kadar sevip, yardım etmeye çalıştıklarını anlatmaya çalışıyordu. Uçağa binene kadar, Panama’daki bütün görevlilere Havana’yı aratıp durumdan haberdar olmalarını sağladım, hem mail yazdırıp, hem de Küba’daki internet sıkıntısından dolayı her ihtimale karşı faks çektirdim. Hosteslere de bin kere en önce benim inmem gerektiğini söyledikten sonra Havana’ya vardığımda, abartmıyorum uçağın kapısı açılır açılmaz 6kişi Senhora Irma, Senhora Irma diye üzerime atladı. Claude’a el sallayarak Küba’lı görevlilerle benim için özel olarak getirilen ambulansa binerek uçağıma yetiştirildim. Küba tarihinde bir ilke imza attığımı düşünüyorum. Artık adamların beynini nasıl yediysem, beni yetiştirmek için ambulans ayarlamışlar! Canım yaa.
Başımdan geçenleri yazarken tekrardan yaşadım o telaşlı anları. Claude’la havaalanında beklerken ve beraber yolculuk ettiğimiz iki uçakta konuştuklarımızı da unutmadım tabii. Formları doldururken benden tam 33 yaş büyük olduğunu gördüğümü ona hiçbir zaman söylemedim. Bilmemi istememişti ne de olsa! Bana “Harold and Maude” isimli genç bir çocuk ve yaşlı bir kadının aşkını anlatan filmden bahsetmişti. “Aralarında çok yaş farkı var, ama birbirlerine çok aşık oluyorlar. Çok güzel bir film” dedi. Yolculuk boyunca hem film seyrederken, hem uyurken elimi tuttu. Bu karşılaşmanın inanılmaz güzel bir tesadüf olduğunu, insanların bunun gibi karşılaşmaları boş yere yaşamadığını, belki günün birinde birlikte bir şeyler başarabileceğimizi veya bu tesadüfün onun yeniden seyahat etmesine, benim hayatımda başka ufuklar açacağına inandığını söyledi. Havaalanında ağlamaktan yorgun düşüp uyuya kaldığımda gizlice fotoğraflarımı çektiğini fark ettiğimi de ona söylemedim. Ama çektiği fotoğrafları sonradan yolladı bana. Elimde onun hayran olduğu Panama şapkamla oradan oraya çaresizce koşuştururken hem uçağa yetişmemi istediğini, hem de kaçırırsam Havana’da beraber tatil yapma fırsatımız olacağı için ne kadar heyecanlandığını utanarak söylerken ne kadar da çocuksuydu! “O kadar pahalı bir şapkayı kimsenin elinde buruşturarak kullandığını görmemiştim, çok farklı bir tarzın var” diyordu ayrılacak olmanın verdiği hüzünle. Uçaktayken ona Havana’da bir ressamla tanıştığımı anlatmıştım. Eğer Havana’ya dönebilseydim bir resmini alacaktım, ama olmadı. Claude’a ressamın atölyesinin adresini verdim. Galerisi için ondan resimler alabileceğini söyledim. Bir gün gerçekten tekrar buluşabileceğimizi iki, üç kere söylemem onun çok hoşuna gitmiş. “Sen bunu kaçıncı kez söylüyorsun, demek ki gerçekten olabilir, tekrardan buluşabiliriz.” dedi. Eğer isterse, aynı kitabı alıp, aynı zamanlarda, farklı ülkelerde bu kitabı okuyabileceğimizi söyledim. O anda birden aklıma gelivermişti bu fikir. Benden ayrılacağına bu kadar üzülen biri karşımda dururken, “ Hayatıma bu kadar kısa sürede girdin ve bu kadar kısa sürede çıkıyorsun, haksızlık bu!” diyen bu tonton adama böyle bir şeyler söylemek zorunda hissetmiştim belki de kendimi. Bu fikir inanılmaz hoşuna gitmişti. “ Sen ne kadar akıllı, ne kadar zeki bir kızsın.” deyip duruyordu. Benim ne kadar özel bir insan olduğumu, 24 yaşında olmama rağmen ne kadar olgun, kültürlü ve cesaretli olduğumu söyleyip duruyordu… Bütün bu iltifatların dışında, gerçekten Claude’la olan sohbetlerimiz çok eğlenceli geçmişti. Benden 33 yaş büyük olmasına rağmen, aynı yaşlardaki bir arkadaşımla konuşuyor gibi hissediyordum kendimi. Ama onun hissettiği şekilde hissetmiyordum belli ki. Benim için de bu tesadüf çok enteresan, nostaljik ve romantikti tabii.
Claude’dan ayrıldıktan sonra bu karşılaşmadan bir film yapabileceğimiz geldi aklıma. Birbirimize ne kadar çok benziyor muşuz ki o da İstanbul’a beni ziyaret etmeye geldiğinde aynı şeyi düşündüğünü söyledi. Kaldığı dört gün boyunca ona İstanbul’u gezdirirken filmimizi tartışıp, uzun sohbetlerimize devam ettik. Taa Küba’dan bana hediye getirdiği tabloyu, kibarlığını, hoş sohbetini, neşesini, arkadaşlığını asla unutamayacağım, benden 33 yaş büyük genç ruhlu orta yaşlı Claude; bana çok güzel bir hikaye hediye etti. Belki de ileride bir gün birlikte film çekmemize sebep olacak bu karşılaşma ne de güzel bir tesadüftü! Bir olay insanların hayatına ne kadar renk katabiliyor, ne kadar farklı hisler uyandırıp, farklı pencerelerden bakmalarını sağlayabiliyor. Hayat böyle tesadüflerle daha da güzel hale gelmiyor mu sizce de?…
p.s: Claude’u sizin hayalinizde canlandırdığınız gibi bırakmak istedim. Kendisi de resmini koymamı istemedi. Herkesin Claude’u kendine =)
Yazarın tüm yazıları için tıklayın.