“Bütün dünya bir sahnedir.” demiş Shakespeare. Öyleyse yaşadığımız hayat da, çocukluğumuzda elimize tutuşturulan bir senaryonun tezahürüdür.
Yaşam dönemlerimizde, üzerimize birer elbise gibi giydirilen “roller” söz konusudur. Fırlatılıp atılarak geldiğimiz bu dünyada, önce bir ‘’bebek’’ kimliği ile var oluyoruz. Sonra çocuk, öğrenci, abla, anne/baba, yaşlı gibi dönüşümlere uğruyor her bir etiketleme. “Kimlik” büyüleyici bir kavram halini alıyor çoğu zaman. Çünkü kimlik kavramı hem kendimizi nasıl gördüğümüz hem de diğerlerinin bizi nasıl gördüğüyle de ilgilidir aslında. Bugünlerde tercih edilen kimlikler giysi değiştirir gibi giyilebilen ve çıkarılabilen kimliklerdir.
Bazen bazılarımız için, yaşamındaki senaryoyu yazma konusundaki itici güç diğerlerinden gelen mesajlar, onların gözlerindeki yansımalar olabiliyor. Çünkü oynanan oyunlar, diğerlerinin beklentilerini karşılarsa onay görmeye başlıyorlar. Örneğin; böyle birinin yakın çevresi için en önemli değer statü sahibi olmak ise kişi kendini buna adamaya başlıyor. Ya da sadece statü, güç, unvan, para sahibi kişilere saygı göstermeyi öğreniyor. Bu tutumu, yaşadığı çevreyle uyumlanmasını ve kabul görmesini kolaylaştırıyor.
Kendini bununla var eden insan, yaşamını bir maske takarak sürdürmeyi alışkanlık haline getiriyor. Onay Bağımlılığı tam olarak burada devreye giriyor. Diğerlerinden ilgi, beğeni, görmek uğruna gerçeklikten ziyade sahnedeki gösteriye daha fazla değer vererek, kimlikleri arasında kaybolmaya başlaması kaçınılmaz oluyor. Bunu tıpkı fotoğrafla gerçeği birbirine karıştırmaya benzetiyorum.
Başkalarının gözünde nasıl karşılık bulduğunun izini sürmek, insanı kendinden uzaklaştırır. Üstelik bu tavır, insana otantikliğini kaybettirir.
Peki sen yaşamını, olmayı düşlediğin bir kimlik uğruna mı harcıyorsun yoksa kendini olduğun gibi mi benimsiyorsun?
Bugün kalemi eline alıp yeniden yazma şansın olan senaryonun sonuna geldiğinde asıl soru “Niçin diğerleri gibi olmadın?” mı olacak, yoksa “Niçin kendin gibi olmadın?” mı…
Senin de çoğu zaman ne olduğuna değil, nasıl göründüğüne kıymet verdiğin oluyor mu?
Senin en çok oynadığın roller ne bu hayatta?
Hepimizin bir hayat senaryosu olduğu ve burada bazı rollere sahip olduğu çarpıcı bir gerçek. Çevremizden aldığımız yıkıcı, negatif, benliğimizi değersizleştiren mesajlar bizi yanlış yönlendirebilir. Senaryomuza eklediğimiz bu verimsiz mesajlar gerçek gücümüzü görmemizi engeller. Olmak istediğimiz ile olduğumuzu sandığımız benliğimiz arasında psikolojik mesafelere yol açar. Senaryoyu bir de başka bir açıdan ele alacağım bir hikayeden söz edeceğim:
Uçmak İstemeyen Kartal Hikayesi
Bir zamanlar adamın biri ormanda yürürken, genç bir kartal görür. Kartalı oradan alır ve eve götürerek çiftliğin avlusuna bırakıverir. Kartal bu çiftlikte tavuklarla yaşamaya başlar. Tavuk yemi yer, tavuk gibi davranmayı öğrenir. Bir gün, oradan geçen biri, çiftliğin sahibine bütün kuşların adeta kralı olan kartalın bu halini sorar.
“Ona tavuk yemi verip tavuk gibi eğittiğim için uçmayı öğrenemedi, tavuk gibi davranmaya başladığı için de artık onu kartal gibi görmüyoruz.” der. Onun özünde bir kartal olduğuna, kartal yüreği taşıdığına inanan hayvansever ise yine de uçmayı öğrenebileceğine inanır.
Bunun üzerine kartalı kollarına alır ve şöyle der; “Sen gökyüzüne aitsin, yerlere değil. Kanatlarını aç ve uç!” Kartal şaşkın şakın etrafına bakar, çünkü henüz kim olduğunu bilmiyordur. İlerleyen günlerde kartalı evin çatısına yerleştirir ve onu uçmaya zorlar. “Sen bir kartalsın, kanatlarını aç ve uç!” Fakat kartal gerçek kişiliğini o kadar bilmiyordur ki tavukların yanına geri döner. Ertesi gün hayvansever yola koyulur ve kartalı alır bir dağın tepesine çıkar. Kartalı havaya kaldırır ve “Sen bir kartalsın yeryüzüne olduğu kadar gökyüzüne de aitsin. Aç kanatlarını artık ve uç.” der. Kartal yine uçmaz. Bunun üzerine hayvansever onu güneşe doğru kaldırır ve yavaşça kanatlarını açar. Kartal sonunda bir zafer sesinin yankılanmasıyla gökyüzünde süzülmeye başlar.
Belki kendi gerçekliğini geç de olsa bulan kartalımız, tavukları hala özlüyordur içten içe. Belki ara sıra çiftliğe konuk olarak ziyarete gidiyordur. Ancak bilindiği üzere kartal hiçbir zaman tavuk gibi yaşam sürmek üzere evcilleştirilmemiş ve geriye dönmemiştir.
İşte bu kartal gibi kendimizi olduğumuzdan farklı düşünmeyi, görmeyi içselleştirmiş olsak da potansiyelimiz her zaman içimizde keşfedilmeyi bekliyor olacaktır. Şartlanmış zihinlerimizi giydirilmiş kimliklerden soyutladığımızda ise o pırıl pırıl parlayan gerçeği karşımızda buluvereceğimize inanıyorum. Bu hepimizin özde sadece insan olduğumuz gerçeği ile ilgilidir. İnsanı, insana yaklaştıran sıcacık, gülümseyen ve güven veren bir gerçek.
Yaşam senaryonu değiştirmek parmak ucu kadar yakınında. Senaryoyu baştan yazmaya cesaretin var mı? Yoksa sadece ortam, oyuncular ve giysiler mi değiştirdiğini sandığın?
İlginizi çekebilir: Gerçeğin gölgelenmesi: Gaslighting ve etkileri