Kapı çalınıyor.
Elinde koca bir paket, üstü başı kir pas içinde duran bir adam, isminizi söylüyor.
“Evet, benim” diyorsunuz.
Hem bir merak var içinizde hem de bir gözünüzle adamı sürüyorsunuz. Pantolonu bir garip, elleri bakımsız, gözleri ferfecir okuyor. Pek de haz etmediniz.
Paketi alıyorsunuz.
Adam diyor ki, “Benim önümde açmalısınız, gönderenin talebi böyle. Aldığınızdan emin olmak istiyor.”
Biraz garipsiyorsunuz ama paketi açıyorsunuz.
İçinden yüzünüzü daha yaşlı ve öfkeli gösteren bir ayna çıkıyor.
O kadar öfkeleniyorsunuz ki gördüğünüz yansımanıza, o kadar sevmiyorsunuz ki aynayı alıp kargocunun kafasına atıyorsunuz.
“Seni pis adam, seni gözleri ferfecir okuyan iblis! Sen kim oluyorsun da bu paketi bana getiriyorsun?”
Adam şaşkın, “Lütfen yapmayın, ben sadece paketi taşıdım, kargocuyum! İçinde ne olduğunu bile bilmiyorum!” diyor.
“Hayır!” diyorsunuz, “Sen getirdin, senin suçun! Seni parçalayacağım. Hadsiz!”
“Ben kargocuyum, sadece paket taşırım! Bana ne içindekinden, sakinleşip beni dinleyin” diyor.
Sakinleşemiyorsunuz. “Bu nasıl bir insan? Böyle çirkin bir şeyi bana nasıl verdi?”
Ama sormuyorsunuz, bunu bana kim gönderdi?
Hayatımıza gelen olaylar da aynen böyle bir absürtlükte cereyan ediyor.
Her birimiz bir diğerimiz için postacıyız/kargocuyuz ve içinde ne olduğunu bilmediğimiz paketler taşıyoruz birbirimize.
Tanrının, evrenin habercileri olarak her karşılaşmada bir mesaj, bir paket devrediyoruz.
Bazıları seviliyor, bazılarından nefret ediliyor. Sevmediğimiz zaman, gördüğümüzden hoşlanmadığımız zaman, bize aracı olanı suçlamaya başlıyoruz.
Onun suçu!
Oysa yaşadığımız duyguyu tetiklemesi için sistemin bize gönderdiği kargocudur o.
Paketi alın, kargocuyu bırakın!
Sonra mesajın sevilir veya sevilmez olmasının sebeplerine kendi içinizde bakın..
Yaşadığımız hiçbir şey tesadüf değil, hiçbir duygu rastgele değil. Duygularımızı tetikleyenler, tetikleyen sözler, olaylar, kişiler, ajandaları ne olursa olsun, iyiliğin için, boşboğazlık yaptıkları için, kendi bilgilerini aktarmak istedikleri için, her ne ise, sizin boşluğunuza küçük bir mesaj atıveriyor. Kendi bile bilmeden, nasıl bir etki oluşturacağını tahmin edemeden, hatta bu konuşmayı neden yaptığını bile aslında içinde bilmeden…
Bizler çok boyutlu varlıklarız. Kendi gördüğümüz, idrakinde olduğumuz bir bilincimiz, bir de daha idrakine erişemediğimiz bir bilincimiz var. İdrakine erişemediğimiz kısmımız, sistemin içinde oyunun yürümesi için hareket ediyor (belki kadersel hareketi böyle örneklendirebiliriz). Söylediğimiz bir söz, bizim için sadece karşımızdakini mutlu edecek bir şey boyutundayken, onun dünyasında varoluşunun bir onayı, beklediği bir haberin müjdesi, yürümesi gereken yolun bir haritası olabiliyor.
Ya da negatif bir çağrışım, bir uyarı olabiliyor.
Burada karşımızdakini suçlamak, yaşadığımız şoku yaratan kişiye mal ederek durumun mesajından uzaklaşmaktansa, “Bu ne demek?” diye bakmak, bundan negatif veya pozitif etkilenmemizin sebebini bulmak bizi daha güçlendirecek bir seçenek olabilir.
Senden başka kimse yok.
Dışarıda kimse yok.
Sen varsın ve senin mesajların. Her yerden her an, herkes ve her varlıkla beraber taşınan mesajların…
Soru şu: Sen bu mesajlar ile ne yapıyorsun?
A- Bağcıyı dövüyorum.
B- Olduğum yeri, durduğum noktayı görüyorum.
Yani, varoluştaki yerini ve boyutunu sezebiliyor, görebiliyorsun.
Yaşam semboller ile, düşler ile konuşuyor. Uyanman için, kendini anlaman için birçok etki geliyor.
Bu etki, yemeğinden çıkan bir taş olabilir, sokaktaki dilenci olabilir, yola çıkarken fark ettiğin inmiş araba lastiğin olabilir, arkadaşının bir sözü, bir yerde rast geldiğin tartışma, öpüşen bir çift, ağlayan bir çocuk olabilir… Gözünün gördüğü her şey ama her şey sana bir şey anlatıp bir duygunu tetikliyor. Bazıları şiddetli, bazıları çok süptil. Bu etkiler ile ruh durumun değişiyor. Bu değişim içinde, bir sonraki olaya bakış açın, algılayış şeklin değişiyor. Sen hiçbir şey yapmadan tüm algın dönüşüyor.
Sistem böyle işlerken, bizi doğrudan ilgilendiren konularda gelen kargoculara mesajdan daha fazla gerçeklik vermek bizi, resmedilmiş illüzyon dünyasında, yani dualitede tutsak olarak bırakıyor.
Olayın deriniyle değil, paketi ile kavga etmekten ilahi düzenin şarkısını kaçırıyoruz. O spiritüel bağımızı inceltiyoruz.
Yaşamı okurken özel işaretler beklemek yerine, sıradan gördüğümüz her olaya, her deneyime daha dikkatli bakmakta fayda görüyorum.
Onaylandığımızı anlamak için saatin 11.11 olmasını beklemek gerekmez. Sadece tesadüfen yolda yürürken göz göze geldiğim bir yabancının saliselik bakışından hissettiğim “buradalık” aynı anda hem oyunda hem de bütün olduğumuzu, yalnız olmadığımızı hatırlatabilir, güven hissini tetikleyebilir. Varoluşun gözü her yerde ve her şekilde beden, söz, varlık bulur.
Bunu okuyabilmekteki ustalığımız yolumuzu dar bir patikadan geniş aydınlık sokaklara çevirir.
Birlik hissinin idrakini, güven hissinin evrensel tınısını işler içimize.
Bu hafta, belki biraz da bu gözlerle bakarız etrafımıza, kendimize… Ne dersiniz?
İlginizi çekebilir: Ateş her zaman yakmaz, bazen de dönüştürür