Hiçbir şey düşündüğümüz hali ile var olmuyor hayatın akışında… Her şey senin “zannettiğin, umduğun, varsaydığın, planların çerçevesinde olsun istediğin, direttiğin, çabaladığın” halleriyle var. Var ama “gerçekten uzak…”
Çoğunlukla yaşadığımız, gördüğümüz her şeyi sadece yorumlayarak bir sonraki basamağa ya geçiyoruz ya da üçer beşer çıkıyoruz basamakları… Zamanı… Anları… Önündekini göremeden ardındakini düşünerek. Ama asla gerçeği bilmeden. Bastığını hissetmeden yürüyerek. Zemini görmeden sonsuzu düşleyerek. Bilmeden, hissedemeden. Sadece çekiştirip durarak! İşte tam bu noktada, üçer beşer çıkıp o ayağımızın bastığı yeri hissetmediği noktada… Bir an öyle bir düşüş yaşıyoruz ki… Bir araya gelip o basamağı oluşturan taş parçacıkları birer birer üstüne üstüne çarpmaya başlıyor. Ayağına değiyor, ayağından çekiyor aşağıya, yukarı çıktığını sandığın hızın katbekat fazlasıyla. Artık bir çaba göstersen de nafile. Görmediğin her şey yanından kaçıp gidiyor. Belki onları bile kaçırırken… Onların kaçışın bile görmeyi seçmiyorsun ve tutmaya çalışıyorsun. Tutunmaya çalışıyorsun. Belki de tutunuyorsun ama… Bırak! Bırak!
“Gerçeklik şu, gerçeklik bu” diye de bir şey yok hayatta. Bu bir sınır. Bu bir varsayım. Bu bir şahsi görüş. Birisine ait. Onun akıl kabiliyeti ile harmanlanmış, kelime bulmuş hali olabilir ancak gerçeklik. Ama senin gerçeğin elbette ki bambaşka ve sana özel. Senin yürüdüğün yollar nasıl sana özelse, senin akıl ve yürek kabiliyetin nasıl aynı olamazsa… Birbirinden ayrı düşünmek yanlıştır sadece. Ve yanlış da yanlışı doğurur elbet…
Gerçek olan tam olarak kalbinin içinden, kalbinin derinlerinden, kalbinden gelen! Kalbinden gelen gerçek değilse eğer, hayatta kalmak için ihtiyaçlarını gidermeye çalışan hayvandan ne farkımız kalıyor? Peki bu kalp, sendeki kalp neden onlardan farklı şekilde çalışıyor? Kalbini duy. Kalbini gör. Kalbini bil! Belki dışarıdaki dünyaya aykırı geliyor oradan yükselen sesler. Ama kim dedi ki dışarıdaki dünyanın, düzenin tek gerçek ve biricik olduğunu? Sen kalbinden yaşamıyor ve hissetmiyorsan, senin dünyan nasıl gerçek olabilir ki bu varsaydığın ve adına hayat dediğin dünyada?
Geldiğin ve bir şekilde içinde olduğun bu hayat, varoluşun, nefes alma sebebin… Bunları bilmiyorsan, bir başka gücün sana “Gerçek bu, aksi yanlıştır” demesiyle yaşadığın şey hayat mı gerçekten? Peki bu gerçekten senin hayatın mı?
Nefes alma sebebin… Biliyor musun?
Varoluş amacın? Sadece anne ve baban istedi diye var olabilir misin gerçekten?
Senin gerçekliğin ne?
Ne kadar süre nefes alacağın muhtemelen belli olan somut bir zamanda… Sen hayatının neresindesin? Hayatın ne kadarı senin? Sen kimsin?
Unuttuğumuz. Unutturulan. Ve unutturulacak olan…
Bilmediğimiz. Belki bilelim istenmeyen. Bilmeyesin diye hep bir dış etken tarafından uğraşılacak olan…
İstediğimiz, elde edemediğimiz…
Beklediğimiz, alamadığımız…
Verdiğimiz kadarının bir kısmını bile bir başkasından göremediğimiz tüm değerler…
Tüm inanç kalıpları…
Tüm “hayat” dediğimiz her şey!
İçinde olup da sana ait hissetmediğin ne varsa zaten sana ait değil! Zaten sana ait değil! Bu bir isyan meselesinden çıkıp bir amaç olmalı. İçinde bulunduğu an, olay, durum ve kişilere isyan edesin varsa, demek ki için zaten tüm bunlara ait değil ve esas o isyanı eden, sana seni isyan eden, zaten sensin… Senin için, kalbin, yüreğin, kanın ve canın… Bunu gör. Bunu duy. Bunu bil. Bilmesen bile o an… Burada çözülmesi, idrak edilmesi gereken unsurlar olduğunu kabullen her şeyden önce…
Sonsuzluğa uzanan bir deniz izlerken sessizce… İçeride atan kalbinin sesini duyabilmek herkesin hakkı çünkü!
İlginizi çekebilir: Yapmamız gereken tek şey için bolca zamanımız var: Düşünmek