Hangisi sana daha yakın: Özün mü sahip oldukların mı?
“Hangisi sana daha yakın; adın mı, bedenin mi?
Hangisi daha çok; bedenin mi, sahip oldukların mı?
Hangisi daha yıkıcı; kazanç mı, kayıp mı?
Aşırı düşkünlük büyük harcamalar gerektirir, çok şeye sahip olanın kaybı da çoktur.
Sana yeteni bilirsen, rezil olmazsın.
Nerede duracağını bilirsen, beladan uzak olursun.
Bu yolla uzun yaşamak olasıdır…” Lao Tzu, Tao Te Ching, Yol ve Erdemin Kitabı
Hayatımız aslında uzun bir yolculuk gibidir. Önümüzde uzanan sonunu göremediğimiz kocaman bir yol. Bazen günlerce güneş altında yürürüz. Evet, acı çektiğimiz anlardır, evet çok yorulduğumuz doğrudur; ayrılıklar yaşarız, aldatılırız, iflas ederiz, para kaybederiz, iş kaybederiz, annemizi veya babamızı, sevdiklerimizi kaybederiz… Bazen de mis gibi yağmur yağar, tüm varlığı ile ıslatır bizi; yeni bir iş teklifi alırız, yeni bir bebek giriverir hayatımıza, yeni bir aşk çıkar karşımıza veya yepyeni bir şehre taşınmışızdır… Bazen sadece dururuz, tek bir adım atabilecek halimiz kalmamıştır; yaşımız seksenlere eriştiğinde geriye bakmak vardır, yaşadığımız tüm güzel ve nice tecrübenin muhteşemliği ile koca bir çınar olmak vardır, torunların güler yüzleri vardır, sabahları gün doğumunu beklemek vardır sonra… Bazense yolumuz “yol ayrımlarına” gelir, düşünürüz taşınırız bu noktalarda… Hadi itiraf edelim aklımızda kalmaz mı “O diğeri olsaydı ne olurdu? Ben de onu sevseydim nasıl bir ilişkimiz olurdu? O evlilik teklifini kabul etseydim şimdi hayatımız nasıl olurdu? O işe ben kabul edilseydim şimdi kariyerimde nerelerde olurdum? O üniversitede devam etseydim şimdi hangi öğrenciler benim canlarım olurdu?”
Ben bu yazımda sizlerle birlikte, bu güzel ve heyecan verici hayat yolumuzda bakalım istiyorum, bazen yol bizi çağırsa da neleri ve nasıl unutmaktayız? Belki “sevmesek de” kazandığımız para dolayısıyla bir işe her gün kendimize karşı durarak gitmek zorundayız. Belki gerçekten aşık olmasak da “böyle geldi böyle gidiyor” diye düşünerek bir evliliği devam ettirmeye çalışmaktayız. Belki sadece annem babam mutlu olsun diye hiç istemediğim bu bölümü tercih ettim, işte bunu tamamlamak durumundayım diye düşünmekteyiz… Belki etrafımızdaki herkes incecik olduğu için o sahip olduğumuz muhteşem yaradılışımıza o balıketi bedenimize utanarak ve bu utancı her daim saklayarak bakmaya çalışmaktayız. Belki de neden beni terk etti diye hala kendi kendimizi suçlamaktayız da yine de “üzülmedim” diyerek başımızı öne eğmemek için dişlerimizi sıkmaya devam etmekteyiz… Belki el ele tutuştuğumuz o muhteşem sevgilimizin içimize değil de sahip olduklarımıza baktığının farkındayız da bilmezlikten gelmekteyiz…
Tüm bu durumlar bu hayat yolumuzda tam olarak “an” halini ifade etmektedir. Bizlerse, bu güzel hayat yolumuzda özümüzü unutur gideriz çoğu zaman. Özümüz her daim hayatımıza rengini verendir. Fakat işte bizler bu yolu bu özü unutur da, dışarıda ararız renkleri; evlerimizin sayısı ile tanımlarız hayattaki güzelliğimizi… Kazandığımız para olur oluşumuzun özü, kıymet vermek için parası olması gerektiğine inandırırız kendimizi… Kıymet görmek için paramız olması gerektiğini düşünürüz… Bizler bu yolu bu özü unuturuz, kendimizi sevemeyiz, neden diye soracak olursak binlerce sebep buluveririz o olağanüstü yaradılışımıza karşın; “sevilmek için layık değilizdir,” “sevilebilmek için yeterince iyi değilizdir,” “sevilebilmek için yeterince akıllı değilizdir,” “sevilebilmek için yeterince güzel değilizdir,” “sevilebilmek için yeterince özel değilizdir,” “sevilebilmek için yeterince varlıklı değilizdir…”
Yol boyunca yolu yani özümüzü unuturuz, kocaman bir bina çıkar karşımıza… Her gün sabah sekizden akşam saatlerine kadar tüm günümüzü burada harcarız… İçeride özümüzü unuturuz çünkü bu binanın içinde müdür oluruz, yönetici oluruz, oluruz da özümüzü unutuveririz… Yolumuzu unutur da gideriz. O çok yüce oluşlarımız varsa yoksa kaplayıverir hayatımızı. Doğru olmak, insan olmak, yol olmak veya öz olmak geride kalır. Ne de olsa “ismimiz” vardır artık… Dışı dolu olup da içi boş anlar işte böylece yaratılır… Ta ki bir gün bu kocaman binadan “özümüz” için çıkıncaya kadar… Yolu işte o an hatırlarız değil mi?
Sahip olduğumuz tüm isimlerden, tüm arabalardan, evlerden, lüksten, paradan ve beklentilerden önce sadece “özümüzü” yanımıza alarak o can-ım hayat yolumuzu yürümekte olduğumuzu hatırlarız… Hayatımız, yolumuz, özümüz ne güzeldir ki bizi karşılık beklemeden ve yargılamadan kocaman açık kollarla karşılar, hoş geldin derler… Kavuşmak vaktidir ne de olsa…
Bugün bu yazımı okuyorsanız, kendinize sormanızı dilerim; hayat yolunuzda nerede yürümektesiniz? Özünüz nerede, siz neredesiniz? Durdunuz mu? Kayboldunuz mu? Özünüzü bir yerlerde bir zamanda unuttunuz mu? Edindiğiniz para, kredi kartlarınız, araba anahtarlarınız veya evleriniz özünüzden çok daha ağır basıp da o güzelim yolunuzu çoktan unutturdu mu? Öz dediğiniz nedir diye uzun uzun düşündünüz mü hiç? Bu hayata gelirken içinizde nelerin saklanmış olduğunu? Bu “sahip olduklarınız” şimdi bu sorulara yer bırakmadı mı?
Gelin bizler birlikte yine de soralım; sevgili özüm neredesin… Ben seni görmek için cesaretle, her şeye rağmen, ayrılıklara, inkara ve unuttuklarıma rağmen bugün yeniden buradayım… Sevgili özüm ben seni alıp da bu muhteşem hayat yolumu yürümek için, bugün burada çoktan hazırım…
İlginizi çekebilir: Evrendeki en güçlü fakat en çabuk kaybedilen enerji: Sevgi