Güven duygusunun kimyası: Güven duymaya hazır mıyız ya da hep şüpheci miyiz?
Bireysel tarihinize baktığınızda siz de güven duygunuzun defalarca suistimal edildiğine tanıklık ettiniz mi? Güvenilir insanı güvenilmez olandan kolayca ayırt edebildiniz mi? Güvenilirliğin tahrip edildiği toplumlarda bu sorulara cevap verebilmek oldukça acılıdır. Pek çok kez zedelenir, pek çok kez güvenme isteğimiz nedeniyle büyük sorunlar yaşarız. Bu konuyu akıllıca sorgulayabilmek için öncelikle neden güvenmeye bu kadar yatkın olduğumuzu anlamamız gerekiyor.
Hikaye tabii ki beyinle başlar. Fiziksel olarak bakıma muhtaç halde doğarız. Bu ihtiyaç nedeniyle, sosyal bağlantılar kurmaya hazır hale geliriz. Bir bebeğin doğumdan birkaç saat içinde annesinin ifadelerini taklit etmeye başladığı, aynı şekilde annenin de saniyeler içinde çocuğun ifadesine ve duygularına tepki verip, onu taklit etmeye başladığı deneylerle kanıtlanmıştır. Kısacası, en baştan itibaren bağ kurmak ve bağ kurulmak için doğmuşuz ve bence “güven” duygusu büyük ölçüde bu özelliğimizle alakalıdır.
Araştırmalar, duygularımızı yöneten beyin kimyasının güven konusunda da rol oynadığını göstermiştir. Nöro-ekonomi (Nöroekonomi; Ekonomi, Psikoloji ve Nörobilim disiplinlerini birleştiren bir bilim alanıdır. Ekonomiyi yorumlamak için insan davranış kalıplarına bakmak yerine, bu kararların nasıl ve neden alındığını görmek için beyin yapılarına bakar.) alanında öncü bir araştırmacı olan Paul Zak, oksitosinin hem güveni hem de güvenilirliği artırabileceğini ve olumlu duygusal durumların ve sosyal bağlantıların yaratılmasında rol oynadığını göstermiştir. Oksitosin verilen hayvanların daha sakin ve daha az endişeli hale geldiği belgelenmiştir.
Güven duygumuz dış dünyadaki basit uyaranlarla devreye giriverir. Örneğin, bize fiziksel olarak benzeyen insanlara güvenme olasılığımız çok kolaydır. Araştırmacı Lisa DeBruine tarafından yapılan bir çalışmada katılımcıların kendilerine benzerliği fazla olan kişilere çok daha hızlıca güvendikleri ortaya konulmuştur. Bunun nedenini, beyinlerimizin fiziksel benzerliği akraba olma ihtimaline dayandırmasına bağlamaktalar.
Ayrıca kendi sosyal grubumuza dahil olanları, yabancılardan daha çok sevdiğimizi ve onlara daha fazla güvendiğimizi gösteren pek çok deney yapılmıştır. Bu grup içi etki o kadar güçlüdür ki, küçük gruplara tesadüfen dahil olunduğunda bile bir dayanışma duygusu ortaya çıkabilmektedir.
Fiziksel temasın da güven deneyimiyle güçlü bir bağlantısı vardır. Güven kararlarını incelemek için yapılan bir deneyde, deneyi yapan kişi, deney konusu görevi yapan bazı bireylerin sırtlarına hafifçe dokunmuştur. Ve sonuçlar değerlendirildiğinde dokunulanların işbirliğine daha yatkın olduğu gözlemlenmiştir. İnsanların selamlaşma geleneğinin, tokalaşma gibi dokunuş içeren öğelerle günümüze kadar gelmesi hiç de tesadüf olmasa gerek.
Yukarıdaki araştırmaların da bize anlattığı gibi güvenmeye karar vermemiz için çok zaman harcamamız gerekmiyor. Kolayca güvenemediğimizi söylediğimizde bile davranışlarımız çok farklı hikayeler anlatabilir. Aslında, birçok yönden ‘güven’ bizim varsayılan konumumuzdur; çok çeşitli sosyal durumlarda bile doğal bir refleks gibi ve biraz da akılsızca güveniveririz. Klinik psikolog olan Doris Brothers’ın da kısaca ifade ettiği gibi, “Güven, nadiren bilinçli bir farkındalıktır. Herhangi bir anda kendimize ne kadar güvendiğimizi sorma ihtimalimiz, yerçekiminin hala gezegenleri yörüngede tutup tutmadığını sorgulamaktan daha fazla değildir. Pek çok duruma şüphe duymadan güvendiğimiz fikrini anlatabilmek için bu eğilimimize ‘varsayımsal güven’ diyorum. Çoğu zaman bu yatkınlık bize iyi bir şekilde hizmet eder. Büyük bir güven ihlalinin kurbanı olacak kadar talihsiz olmadığımız müddetçe, yetişkin olduğumuzda çoğumuz çevremizdeki insanların ve kurumların temel güvenilirliğini onaylayan deneyime sahibizdir. Güvendiğimizde işler nadiren ters gider, bu nedenle güvenmeye bu kadar hazır olmamız mantıksız değildir.” Doris Brothers acaba çalışmalarını Türkiye’de yapsaydı, kurduğu cümleler nasıl dönüşürdü?
İpuçlarına göre uyarlanan beyinlerimiz en başta güven bağlantıları kurmamıza yardımcı olabilir, ancak aynı zamanda bizi sömürü, manipülasyon, dolandırılma gibi durumlara karşı da savunmasız hale getirir. Özellikle, güvenilirliği fiziksel benzerliklere ve diğer yüzeysel ipuçlarına dayanarak yargılama eğilimimiz, bilgiyi işleme şeklimizle birleştiğinde felaketle sonuçlanabilir. Türkiye’de bu felaketleri her gün sürekli olarak yaşadığımız için belki de nasıl güveneceğimizi öğrenmeye en çok bizlerin ihtiyacı var.
Bizim coğrafyamızda genellikle görmek isteğimizi görürüz. Psikologlar buna doğrulama önyargısı diyorlar. (Doğrulama Önyargısı -Confirmation Bias- : insanların bilgiyi mevcut inançlarını destekleyecek şekilde aramalarına, yorumlamalarına ve hatırlamalarına sebep olan bir bilişsel önyargıdır.) Bu nedenle, dünyayla ilgili fikirlerimizi destekleyen kanıtlara daha fazla dikkat ederek bunların önemini abartırken, tutarsızlıkları veya aksi yöndeki kanıtları hafife alırız. Üstüne üstlük bir de kime güveneceğimiz konusundaki yargılarımız da dahil olmak üzere kendi bütünsel yargılarımızın ortalamadan daha iyi olduğunu düşünme eğilimimiz oldukça yüksektir.
Kafalarımızdaki önyargılar yetmezmiş gibi bir de üçüncü şahısların önyargılarına kulak veririz. Diğer kişilerin karakterini veya güvenilirliğini doğrulamak için genellikle bu üçüncü şahıslara güveniriz.
Araştırmalar sonucunda çok kolay, çok fazla ve çok uzun süre güvenme konusundaki eğilimimizi artıran iki bilişsel yanılsama belirlenmiştir.
İlk yanılsama, başımıza kötü şeyler gelme olasılığını hafife almamızdır. Bu kişisel dokunulmazlık yanılsaması üzerine yapılan araştırmalar, nesnel olarak böyle bir riskin var olduğunu fark etsek de, hayatın bazı talihsizliklerini yaşama ihtimalimizin çok düşük olduğunu düşündüğümüzü göstermiştir. İkinci yanılsamamız ise hiç de gerçekçi olmayan iyimserliğimizdir. Çok sayıda araştırma, insanların genellikle başlarına iyi şeyler geleceği konusundaki iyimserliklerini (iyi bir evlilik, başarılı bir kariyere sahip olma, uzun bir yaşam sürme vb.) abarttıklarını göstermiştir. İnsanlara bu tür sonuçların gerçek olasılıkları hakkında doğru bilgiler verildiğinde bile, yine de ortalamadan daha iyi yapacaklarını düşünme eğilimindedirler.
Özetle, güven duygumuzun kolayca istismar edilebileceği apaçık bir gerçekliktir. Bir başkasının niyetlerinden, karakterinden veya gelecekteki eylemlerinden asla emin olamayız. Sadece güvenmek ya da güvenmemek konusunda daha bilinçli tercihler yapabiliriz.
Carl Jung’ın şu ifadeleri çok aydınlatıcıdır;
“Unutma, sadece kendini bilebilirsin ve bu bilgi de yeterlidir. Oysa başkalarını ve diğer her şeyi bilemezsin.
Kendin dışındakini bilmeye karşı dikkatli ol, yoksa bu varsayılan bilgi kendilerini bilenlerin yaşamlarını boğar. Bilen kendini bilebilir. Bu da onun sınırıdır.
Ötemde olanı biliyormuşum gibi yaptığım şeyi acı çekerek kestim.
Benim ötemde olana dair getirdiğim döngüsel, zekice yorumları kestim attım kendimden. Bıçağım daha da derinlere işliyor ve kendime dair atfettiğim anlamları da ayırıyor benden. Anlamlı her şey benden düşene dek, artık düşünebileceğim gibi olmayana dek, ne olduğumu bilmeden yalnızca olduğumu bilene dek özüme kadar kesip atıyorum.”
İnsan sadece kendisini tanıyıp bilebilir ancak güvene yönelik eğilimlerimiz söz konusu olduğunda başkalarının inançları ve izlenimleri hakkında özgürce çıkarsama yaparız ve de bu çıkarsamalara fazlasıyla tutunuruz. Aşırı güvenen ya da güvenmeyen tutumlarımız bizleri olası bir hayal kırıklığına hazırlar. Bazen başkaları harikadır ve bazen de onlar hakkında en kötüsünü varsayarız. Bu nedenle belki de ilk temas noktamız hangi tarafa kodlanmış olduğumuzu bulmaktır. Yani kendimizi tanımaktır. Güven duymaya hazır mıyız ya da hep şüpheci miyiz? Bu soruya vereceğimiz yanıt, üzerinde çalışmamız gereken şeyi belirleyecektir. Güveniveren kişiysek ama yanlış insanlara güvenmeye eğilimliysek, aldığımız ipuçlarını yorumlamakta daha bilinçli olabiliriz. İpuçlarını tanımakta iyiysek ancak güvene dayalı ilişkiler kurmakta güçlük çekiyorsak da o zaman davranış repertuarımızı genişletebilmeliyiz.
Güvenmeye ya da güvenmemeye olan yatkınlığımız özünde bir hayatta kalma mekanizması. Her iki durumda da aslında karanlıkta hareket ediyoruz. Tam da bu nedenle sağlıklı bir şekilde nasıl güvenilebileceğini öğrenmeye başlamalıyız. Ama her şeyden önemlisi güvenebilmek için öncelikle kendimiz güvenilir olmalıyız.
Kaynaklar: Carl Jung- Kırmızı Kitap, Paul Zek- The Neuroscience of Trust, Roderick Kramer- Rethinking Trust
İlginizi çekebilir: “Basit olan gerçek evrende sınırların olmadığıdır”: Her Şeyin Teorisi