2017’nin ilk 3 ayında, eğitim ve koçluk çalışmaları için Şanlıurfa’ya 7 defa gidip gelme şansım oldu… Ve uzun zamandır erteleyip durduğum Güneydoğu Anadolu seyahatini yapmaya da o zaman karar verdim. Kız arkadaşım da “Güneydoğu Anadolu mu, kesin gidelim” dedikten sonra kısıtlı zamanda çok yer görmek üzere Anı Tur’la yola çıktık… Anı Tur hariç harika bir gezi oldu ve size bu coğrafyada neler gerçekten iyi hissettirir, anlatacağım.
Neden Anı Tur’la seyahat etmemek gerektiğini öğrenmek isteyenler bu yazıyı okuyabilir: Anı Tur ile asla seyahat etmemek için 7 sebep.
İlk durak hoşgörü
“Dünya Hoşgörü Başkenti” Hatay, durup dururken almamış bu unvanı… Camisi, kilisesi, sinagogu yan yana, hatta neredeyse iç içe bu ilin merkezi Antakya’da keyfinizi yerine getirecek çok şey var. Hiç kimsenin birbirine dinini, dilini, ırkını, kimlerden olduğunu falan sormadığı, herkesin olduğu gibi kabul edildiği bu şehrin havasında huzuru koklayabiliyorsunuz.
600 yıl sonra Antakya’ya geri dönen Katoliklerin, 19. yüzyılda Sultan Abdülmecit’ten aldıkları özel izinle eski bir Antakya evinden dönüştürdükleri kilise hemen Sarımiye Camii’nin arkasında yer alıyor ve kilisenin çanıyla Sarımiye’nin minaresini aynı karede görüntüleyen milyonlarca klişe fotoğrafın kendi çekmiş olduğum versiyonunu da bir başka klişe fotoğrafla aynı kare içinde dikkatinize sunuyorum.
Bahçeye girdiğiniz anda içiniz rahatlıyor… “Herkes gitsin ben burada kalayım”… Hatta, “burada ev fiyatları ne acaba, bir ev alsam da buraya mı yerleşsem” sorusunu sorarken buluyorsunuz kendinizi… Nefes aldığınızı, yaşadığınızı ve bunun ne kadar keyifli olduğunu hissediyor, şükrediyorsunuz. Dünyanın başka hiçbir yerinde kolay kolay göremeyeceğiniz; evden kiliseye dönüştürülmüş bu küçük yapı herkesi bağrına basan sihirli bir enerjiye sahip.
Şu bahçeye baksanıza!
Tarihin 10 Mayıs olmasına rağmen sıcağın kendini yoğun biçimde hissettirdiği bu bölgede Antakya’nın dar sokakları serin mi serin… Ana caddeye, meydana falan çıkasınız gelmiyor. Bir yandan da küçük bir alanda labirent gibi iç içe geçmiş bu sokaklarda kısa süreli kaybolmalar yaşıyorsunuz.
Bu kısa süreli kaybolmalarda Antakya’nın dar sokaklarının size sevimli sürprizleri de oluyor. Karşınıza pencerede oturmuş şarkılar söyleyen ve yaptığınız şakaya tatlı tatlı karşılık veren 4-5 yaşlarında bir çocuk da çıkıyor, bahçesine girer girmez huzurlu bir Anadolu kasabası sessizliğine adım attığınız bir ilkokul da, rengârenk duvarlar ve cenneti andıran bahçesiyle şık ama sade bir butik otel de…
Bu dar sokaklarda dolaşırken rastlayacağınız güzel kapılardan açık olan birinden görünen bahçeye dayanamayıp, “Aaa… Ne güzel bahçe.” deyip de içeri daldığımız Jasmin Konak Butik Hotel’in sahibi Yılmaz Bey ve işletmecisi Selma Hanım bütün yüzleriyle gülerek karşılıyorlar bizi ve sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi sohbet etmeye başlayınca birer kahve söyleyip oturuyoruz.
Gerçekten cennet gibi bir bahçede, Antakya’da insanların nasıl da eğlenerek ve birbirlerine saygıyla yaşadıklarını dinliyoruz. İçtiğimiz kahveler için para almayı şiddetle reddederek uğurluyorlar bizi. Bir daha sefere geldiğimizde bu 7 odalı butik otelde konaklamayı kafamıza koyarak ayrılıyoruz.
Müzeler sizi şaşırtacak
Güneydoğu’da gezdiğimiz ilk müze Hatay Arkeoloji Müzesi oldu… En büyük ve en eski Dünya medeniyetlerine ev sahipliği yapmış bu coğrafyanın tarih ve kültür birikimi açısından ne kadar zengin olduğundan etkilenmemek mümkün değil. Ayrıca bölgedeki müzelerimiz de modern müzecilik açısından da son derece gelişmiş durumda, gerçekten büyük keyif ve gururla dolaştım. Zeugma ve Şanlıurfa Arkeoloji ve Mozaik Müzesi’ne de ayrıca değineceğim.
Gaziantep, Mardin ve Şanlıurfa’nın mutfağı bizi beklerken mide bayramına Antakya’da başladık. Şelaleleriyle meşhur Harbiye bölgesindeki Grand Boğaziçi Otel’in en üst katındaki yemyeşil Harbiye manzaralı restorana gittik. Gitmişken yörenin kendine has içli köftesi Oruk’un, fıstıklı kebabın ve kağıt kebabının tadına baktık. Yemekten sonra da, başta tereyağlı humus olmak üzere mezelerin ve fıstıklı künefenin tadı damağımızda Harbiye şelalelerinin arasına serpiştirilmiş hediyelik eşya dükkânları ve restoranların arasında serinliğin keyfini çıkardık.
Tur şirketinden kaynaklanan bütün tatsızlıklara rağmen yüzümüzden kocaman gülümseme hiç eksik olmadı… Bulduğu her delikten fışkıran serin suyun sesi, yemyeşil ağaçların gölgelediği vaha gibi bu yerde kendimizi neredeyse kutsanmış hissediyorduk. Güneydoğu Anadolu, daha ilk günden bizi bağrına basmış, güzelliklerini gözlerimizin önüne sererek “Hoş geldin” diyordu.
Beş günde beş şehir gezeceğimiz bu yoğun programa sahip turun ikinci günü Nemrut ve civar bölgelerine ayrılmıştı; ertesi gün sabahtan Birecik baraj gölü üzerindeki Halfeti’ye gidecek, gün içinde hala kullanılan 1900 yıllık Cendere Köprüsü’nü görecek ve Nemrut’ta güneşi batıracaktık. Bu heyecanlı günden evvel dinlenmek için Adıyaman’daki otele doğru hareket ettik.
En iyi zaman
Bölgeyi ziyaret etmek açısından bizim için en doğru zaman olan ilkbahar aylarında bu yolculuğu yaptığımız için mutluyum çünkü Mayıs ayı başından itibaren havalar ısınıyor ve doğa da en yeşil haline bürünüyor. Bu yüzden Güneydoğu Anadolu gezimizin ikinci günü benim için müthiş eğlenceli bir deneyimdi.
Kelaynakları sevmek
2. günün ilk durağı Birecik’teki kelaynak çiftliğiydi. Aslında Koruma Alanı ve Üreme İstasyonu demek daha doğru olur… Nesilleri tehlike altında olan bu kuşların güvenli ortamlarda üreyip yetişebilmeleri için bu doğal parkı oluşturmuşlar. Parkın benzerleri Irak, Suriye ve İran’da da var ve hepsi birbiriyle haberleşiyor. Kendini gerçekten bu kuşlara adamış bir idealist olan Mustafa Çulcuoğlu’nun kelaynaklara sevgisi anlatılamaz… Onun bu kuşları bu kadar sevmesinin de etkisi olsa gerek, kısa turun sonunda sadece uzaktan görebildiğimiz bu hayvanları gönülden seviyorduk.
Çoğalmaya başladıklarını duymaktan mutlu olduğumuz kelaynaklara veda edip; Halfeti’ye yola çıktık. Uzun yıllar evvel Birecik Baraj Gölü’nün oluşturulup yükseltilmesi sırasında, kendisi su altında minaresi su üstünde bir camiye dair haberi okuduğumdan beri merak ettiğim bu kasabayı daha da cazip kılan başka bir sebep vardı.
Cittaslow
Halfeti, Türkiye’de Cittaslow unvanını almış 12 şehirden biri. Cittaslow kavramını öğrenmek ve Türkiye’nin diğer Cittaslowları hakkında detaylı bilgi sahibi olmak için tıklayın: Cittaslow Türkiye web sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Fırat’ın sularından biriken Birecik Baraj Gölü’ndeki tekne gezintisi insana gerçekten yavaşlamanın ne kadar iyi olabileceğini hatırlatıyor. Sakin dalgasız bir su, tertemiz hava, sükunet ve binlerce yıllık tarihin ortasında telaşla akan hayat sakinleşiyor, kısa bir süreliğine zaman duruyor ve kendinizi harika hissediyorsunuz!
Doğanın içinde tarih
Öğle yemeğinden sonra 14 kişilik iki minibüsle hayatımda yaptığım en keyifli minibüs yolculuğu diyebileceğim bir tecrübe için yola düşüyoruz: Tüm gün boyunca geçtiğimiz yerlerde alabildiğine uzanan geniş alanlar, dağlar, akarsular ve yemyeşil bir doğa bize sürekli eşlik edecekti.
İnsana huzur veren doğanın güzelliklerine hayran hayran bakarken, hiçbir yerin ortasında devasa anıtların kalıntılarıyla çevrili Karakuş Tümülüsü’nü görmek için duruyoruz. Uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında M.Ö. 36-38 yıllarında inşa edilen bu anıt mezar iki bin yılı aşkın bir zamandır bu topraklarda olan bitene şahitlik ediyor.
Tümülüs’ün tepesine çıkıp sonsuzda bekleyen ufka uzanan yemyeşil topraklara bakıyorum… Özgürlük hissim gerçek bir sonsuzluğa karışıp önemsizleşiyor; bir, tam ve bütün hissediyorum. 360 Panoramik bir fotoğrafla o sonsuzluk hissini dijital dünyaya hapsetme yersiz gayretinden sonra Cendere Köprüsü’ne doğru yola çıkıyoruz.
1900 yıldır kullanılan köprü
Neredeyse iki bin yıldır kim bilir kimlerin kullandığı Cendere Köprüsü’nün üstünden geçmek eğer biraz özen gösterirseniz gerçekten insana varlık sebebini ve burada ne yaptığını sorgulatan benzersiz bir duyguya dönüşebiliyor… Düşünün; öyle bir yapı ki bundan 1900 yıl önce yapılmış olmasına rağmen sadece yaya köylüleri değil, yakın bir geçmişe kadar ağır kamyon trafiğini de sırtlamış… Adıyaman’ın Kahta ilçesinde, bölgede binlerce yıl hüküm sürmüş medeniyetlerin bıraktığı tek iz bu köprü değildi şüphesiz.
Nemrut’a tırmanmadan önceki son durak yine muhteşem doğa manzaraları eşliğinde yol kat edip, kısa bir yürüyüşle tırmanarak ulaştığımız dağlara oyulup işlenmiş Arsemia Tapınağı oldu…
Adıyaman’ın Kahta ilçesinin en değerli tarihi yerleşim bölgelerinden biri olan Arsemia Antik Kenti, kendi döneminde krallığın yazlık başkenti ve idare merkeziymiş. İl merkezine 63 kilometre uzaklıkta olan antik kent, M.Ö ll. yüzyılda Kommagene’lerin atası olan Arsemia tarafından kurulmuş bu antik kentte, Anadolu’nun bilinen en büyük Grekçe yazıtı bulunuyor.
Tepe üzerinde konumlanmış olan Mithridathes Callinichos’un mezar tapınağı ile sarayın yanı sıra çok sayıda heykel, bir kraliçe ve Antiochos başı da görebileceğiniz önemli kalıntılar arasında… Arsemia Antik Kenti’nde Alman Arkeolog tarafında keşfedilen 158 metrelik tünelin girişinde ki yazıtta Komagene Kralı 1. Antiochos babasına ait mezar olduğu yazsa da tünelin sonunda herhangi bir mezara rastlanmamış.
İnsan merak ediyor: Acaba doğanın ortasında, doğayla iç içe ve onunla uyumlu böyle bir medeniyette yaşamak nasıl olurdu? Hiçbir zaman kesin bir cevabını bilemeyeceğim bu sorunun cevaplarına dair varsayımlarla güneşi uğurlamaya Nemrut’a yola çıkıyoruz. Nemrut’un benzersiz manzarasında güneşi batırmadan evvel bir temiz sopa yiyeceğimizi henüz bilmiyoruz…
Gün batımından evvel dayak
Nemrut’un zirvesine kalan son 150-200 metreyi yaya olarak tırmanıyorsunuz. Özel olarak düzenlenmiş patika nedeniyle bu yürüyüşün bir tehlikesi yok bununla birlikte nefes alıp verişimize dikkat etmemiz gerekiyor çünkü artık 2150 metre yüksekteyiz ve basınç da oksijen değerleri de alıştığımızdan çok daha farklı.
Zirvede farklı olan bir şey daha var: Rüzgar… Esmiyor, bildiğin dövüyor! Bir o yandan bir bu yandan, yer misin yemez misin? “Böyle gün batımını izleyeceksen bedeli bu, işine gelirse” der gibi.
Nemrut’un manzara konusunda hiç de cömert olmadığı; misafirlerini sisle, bulutla yağmurla ağırladığı geçmiş zaman turlarını anlatan rehberimizi dinlerken masmavi açık gökyüzünde yavaş yavaş alçalan güneşi görebildiğimiz için şanslı hissediyoruz. Bu, rüzgarı biraz daha katlanılabilir hale geliyor. Nemrut zirvesindeki Tümülüs’ün iki tarafında yer alan teraslarında bulunan muhteşem heykelleri ve zirvenin dört bir yanında göz alabildiğine uzanan sınırsız araziyi görünce, yine o -özgürlük hissini de içinde eriten- huzurlu duygu gelip yüreğinize yerleşiyor… Ondan sonraysa bırakın bu sert rüzgara katlanmayı, rüzgar eğlenceli bir hale bile geliyor.
Güneş ufka yaklaştıkça; rüzgâr, soğuk, manzara, keyif, yorgunluk, huzur hepsi karışıp bir oluyor. Kâinatı ve o sınırsız gücünü hissediyorsunuz. Siz o güce bağlanırken güneş masmavi gökyüzünü portakal rengine ve asılı tek tük bulutu da eflatundan menekşeye, yavru ağzından mora olmadık türlü renge boyayarak ufukta kayboluyor… Unesco Dünya Kültür Mirası listesinden yer alan Nemrut’un neden ölmeden önce yapılacaklar listesine de girmesi gerektiğini yüreğinizin derinliklerinde anlıyorsunuz.
Yoğun programı nedeniyle sabah yedide otelden çıkıp, akşam dokuzda-onda başka bir şehirde başka bir otele girdiğimiz bu turun temposuna rağmen; durup gördüğümüz her yerde zamanın daha yavaş aktığı, her daim huzurlu hissettiğimiz bambaşka bir ruh halinde geçen bu gezinin kalan 3 gününü de gelecek hafta yazacağım.
Siz de o tarihe kadar size çok iyi gelecek yerlerde size çok iyi gelecek şeyler yapmaya bakın. Bana ulaşmak isterseniz: tolga@tolgahanci.com