Hayat boyu, başarılı olmak gayesi ile yetiştiriliriz. Hatta ilk adımımızdan itibaren annemiz babamız koşup yürümemizi, hızlıca öğrenmemizi, hemen yaşıtlarımız kadar usta bir şekilde bisiklet kullanmamızı beklerler. Sonra en iyi okullara gitmemiz beklenir, en iyi notları almamız, en iyi arkadaşlara sahip olmamız… İyi bir birey olmamız, evlenmemiz, bir aile kurmamız sonra iyi çocuk yetiştirmemiz… Ve ne yazık (ironiktir ki) henüz bizler daha çocukken sırtımıza kocaman “beklenti” yükleri gelir konuverir. Varsa yoksa “diğer” kişinin başarı tanımıdır seçimlerimize şekil veren; başarı annemizi memnun etmekte saklı olur, babamızın “aferin” diyebileceği bir şey yapmakta, okul arkadaşlarımızın hayran olacağı bir şeyde veya kız arkadaşımızın çekiciliğimize dayanamayacağı kadar cesurca bir kavgaya girmekte saklıdır belki…
İşte başarı tanımımız o “diğer” kişilerin toplumun arkadaşlarımızın ve ailemizin işidir. Yani bizler tek başımıza oturup da ben kendi kendime gerçekten “başarı” şudur diyebilecek olsaydım neyi seçerdim, kalbim bana neyi gösterirdi diye sorgulamayız… İşte ben bu yazımda sizlerle buna cevap arayalım istiyorum, sadece bir kere kendi kendimize o diğerlerinin ne söylediklerine bakmadan ve hatta onlara sonsuz bir karşılıkta inat, başarı kavramımızı yüreğimizin bize işaret ettikleriyle tanımlayalım…
Hemen kendimden örnekler ile tarif etmek istiyorum. Tabi ki bunca başarı kriteri ile yetişen kadınlardan bir tanesiyim; öncelikle okulda en çalışkan olmak, sürekli sınıfın birincisi olmak, liseyi ve üniversiteyi en iyi derece ile bitirmek ve hatta bir bölüm yetmezmiş gibi ikinci bir üniversite bölümünü okulu uzatmadan okuyabilmek… Sonra hem iş hem yükseköğrenim yapmak, sonra evlenmek, sonra topluma “uygun” olmak… En iyi “eş” olmaya çalışmak, kendinden önceye eşini koymak, varsa yoksa onun mutluluğu için çırpınmak. İyi bir gelin olabilmek, iyi bir arkadaş olabilmek ve iyi bir eş olmak, eksiksiz, dörtdörtlük… Peki, bunca “başarının” arasında bir kez bile “Pınar” olabilmeyi düşünememek…
Nasıl bir başarısızlıktır; ben yumurtayı nasıl severim diye sorgulayamamış bile olmak, ütü yapmak yerine bir dil öğrenmek keyfini neden tercih etmiyorum diye düşünememek, kendine spor için ayırdığı vakitten “suçluluk duymak” (çünkü iyi bir eş olmak kriterlerine aykırıdır) bir kez bile “mutlu muyum”, gerçekten evlilik şu anda hayatımın olmazsa olmazı mı, istiyor muyum diye düşünmeden çokça kişinin beklentisini “karşılamış” olmayı en öne koymak… İşte bunlar “başarıdan uzak olan” beni tanıştırıyor bana… Bir paragraf başarı hikâyesi yazabilirken, aslında hiçbirinin “yüreğimin” seçtiği bir başarı olmadığını itiraf etmek durumundayım… Evet, tercihlerimi seviyorum fakat başarıyı nasıl tanımlıyorum? Hayatımda “başarı” diğerlerinin uygun gördüklerine “evet” demek midir?
Gelin hayatımızdaki başarının aslında kalbimizin attığı o anlarda ve her ne olursa olsun kim ne düşünürse düşünsün sadece kendimize olan inancımızı yanımıza aldığımızda olan bir sihir olduğuna sevgili Muhammed Ali’nin kaleminden güzel eseri Kelebeğin Ruhu’ndan bakalım:
“… Ben aynaya baktığım şeyle gurur duyuyordum ama artık siyah olmak istemeyen bir sürü siyah insan vardı. Siyah olan küçük erkek ve kız çocukların toplumsal olarak kendilerine örnek alabilecekleri biri artık yoktu. Bize benzeyen kahramanlarımız yoktu. Kendimizi özdeşleştirebileceğimiz kimse yoktu ve ne yapacağımızı, toplumla nasıl kaynaşacağımızı bilmiyorduk. İsa’nın bile tüm resimleri beyazdı. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu öğretilmişti bana ve acaba Tanrı da İsa’ya mı benziyor diye düşünmeye başlamıştım. İsa hep uzun sarı saçları ve mavi gözleri ile bütünleştiriliyordu. Sonradan bir de baktım ki Meleklerin de hepsi Beyazdı! Hiç Siyah Meleklerin resmi yoktu. Ve İsa’nın son yemeğindeki insanların da hepsi Beyazdı. İşte bu yüzden bir gün anneme gidip, ‘Ölünce bize ne olacak? Cennete gidecek miyiz?’ diye sordum. ‘Tabi ki cennete gideceğiz’ dedi.
Ben de ona, ‘O zaman resimler çekilirken bütün Siyah melekler neredeydi? Ha, tabii, biliyorum, eğer beyazlar cennete giderse, siyah meleklerin yapabileceği tek şey onlara mutfakta ballı süt hazırlamak olur değil mi?’ dedim.
…Ten rengimi çok beğeniyordum, cildimin rengiyle gurur duyuyordum. Ama siyah olan her şey kötü olarak addedilip, istenmiyordu. Kara kedilerin uğursuzluk getirmesi gibi! Şeytanın yediği kek siyahtı ama meleklerinki beyazdı. Bunlar çok belli belirsiz mesajlar olabilirlerdi ama etkileri çok büyüktü. Bu mesajlar, her gün benim ve beyaz olmayan diğer çocukların kendimize bakışımızı etkiliyordu. Nasıl yapacağımı bilmiyordum ama kendi insanıma yardım edeceğimden emindim. Bir şekilde bu dünyada izimi bırakacaktım. Ne kadar çok haksızlık gördüysem, bu hissim de o kadar arttı. Bu olaylar, dünyaya gelmemin bir sebebi olduğunu hissetmemi sağladı.”
Yaradılışımız, başarımızın ve tanımlarımızın temelini oluşturur. Dış şartlar ve diğerleri ne derse desin, her ne olursa olsun, asıl başarı kalbimizin en derin ateşlerini yakan gerçeklikte ve bunları başarmamızda saklıdır. Bu çokça küçük bir şey de olabilir, bazen anne olmak kadar kutsal ve doğal, bazense bir köyde yaşamayı seçip sadece salatalık yetiştirmenin verdiği mutluluktur başarı… Siz nasıl tanımlarsanız ona bürünür, bazen dopdolu bir cüzdandır başarı, bazen sadece bir dilim ekmeği yağmur altında titrerken paylaşabilmeyi bilmektir…
Bugün başarı siz ne derseniz, yüreğiniz ne derse odur, diğerleri yalnızca gaipten sesler…