“Ayağında diken yarası olmayan, sinesine gül kokusu süremez.” -Şems-i Tebrizi
Çoğu zaman bir zorluk ile karşılaştığımızda sevdiğimiz bir arkadaşın omzunda buluruz kendimizi ve “bizi avutacak” açıklamalar duymak isteriz. “Aslında o da seni seviyor”, “aslında durum o kadar da kötü değil” veya “aslında sen haklısın” gibi… Fakat “gerçek bu mudur?” diye “tarafsızca” soracak gücü kendimizde bulamadığımız bir an ile daha karşı karşıya gelmişizdir.
Neden bu kadar zor gelir sadece gerçek olan ile yüzleşebilmek? Örneğin bir kişi bizi aldattıysa, yanında teselli bulmaya çalıştığımız gerçek bir dostun bize “aslında o da seni seviyor” demesi daha mı çok içimizi rahatlatır? Veya bu durumda tarafsızca, korkusuzca ve “acımasızca” karşımızda durarak, durumu açık açık tam olarak senin anladığın gibi “ortada bir aldatma durumu var, buna karşı ne yapacağına karar vermelisin, herkesten önce kendini düşünmelisin, hayatta ne yapmak istediğine ve içine odaklanmalısın, nereye gideceğine hangi yolu benimseyeceğine ancak sen karar verebileceksin” diyen bir arkadaş mı bize gerçeği ve yalnızca gerçeğin da kendisini gösterebilmektedir?
Böyle anlarda bizler neden gerçekleri duymayı kabul edemeyiz? Neden kendi kendimizce yaptığımız “olmaz canım yapmamıştır”, “aslında o da beni kırmak istememiştir”, “aslında o da bu kadar kötü bir insan olamaz”, “aslında o da beni unutamaz”, “aslında o da beni aldatamaz” gibi açıklamaların ardına sığınırız? Her şey kolay gelir de neden “gerçeği” duymak ve gerçekle yüzleşmek bu kadar zor gelir?
Ben bu yazımda birkaç açıklamada bulunalım istiyorum, hayat akışlarımıza dokunalım, böyle anlarda kendi kendimizi nasıl avuttuğumuza… Gerçek, bizlerin ardında durdukça, karşımıza çıkmaya hazırlanan güçlü bir rakip haline geldikçe, bizler gölgelere sığınmaya devam ederiz. Ama öyle bir an gelir ki o can-ım gerçekler ortaya çıkıverir… Evet, aldatılmışızdır örneğin, bu kadar basittir. Evden çıkıp alışverişe gitmek kadar hayatımızın bir parçasıdır bu. Yüzleşmek istemediğimiz “gerçeği” duymaya bile dayanamadığımız fakat istesek de istemesek de kabul etmek ve yol almak durumunda olduğumuz bir gerçektir. Duymazlıktan gelmekten ve “önemsememekten” geçer bazen yollarımız… Aslında her nereye kıvrılırsak kıvrılalım yine aynı noktaya varmaktayızdır, artık bu bilinç ile var olduğumuz fakat aynı daireyi çizemeyeceğimiz noktaya…
Ben bu anları uzun bir rota koşarken kaybolduğumuzu veya yanlış rotada gitmekte olduğumuzu fark ettiğimiz anlara benzetiyorum. Çok yorulmuş olsak da yanlış rotada isek, bitiş çizgisi için “yeniden” toparlanarak yeniden yola koyulmamız gerekir. “Ben yanlış noktadayım” dediğinizde, yanınızdaki “hayır aslında yanlış değil” dediğinde “bak ama rota burayı içermiyor” dersiniz değil mi? Hayatımızda da aslında aynı şey geçerlidir, biri çıkıp bize “aslında o da seni seviyor” dediğinde neden “o zaman beni neden aldattı?” sorusu yerine “evet, seviyor olabilir” bilincine doğru ilerleriz? Yani gerçekler açık ve net bir şekilde ortadayken, bizler neden “inanmak” istediğimiz yöne inanırız? Halbuki bilimsel olarak takip ettiğimiz rota gibi ilişkimizde veya hayat akışımızda da olan bir “yanlış” vardır ve aynı yönde devam etmek yerine yeniden güç toplayıp, doğru bildiğimiz yönde ilerlememiz gerekir…
Bunun ilk sebebi aslında “hata” veya “yanlış” algımızdadır. Yani yine “göreceli” bir kavrama gireceğiz. Örneğin bir ilişkiye başlamayı umut ediyoruz, bu yönde adımlar atıyoruz ve neredeyse altı yedi ay bu isteğimizi çokça belli ederek geçiriyoruz. Bazılarımız için bu süre üç ay ile sınırlıdır, bazılarımız dört ay sonunda “artık ben olmayacak bir yolu beklemek istemiyorum, farklı bir yön çiziyorum” diyebilir ve diğer bir grup ise ben iki yıl daha bekleyebilirim diyebilir. Anlamamız gereken, tüm bu seçimlerin bir sonuca gittiğidir. Kendi seçimlerimiz ertesinde hala “aslında o da beni seviyor olabilir” beklentisi ile geçirdiğimiz iki yıl ertesinde “neden benim istediklerim olmadı?” diye sorduğumuzda, hayatımızın upuzun iki yılını bir beklenti içinde geçirenin yine bizler olduğu gerçeği ile istesek de istemesek de yüzleşmemiz gerekecektir…
İkinci bir sebep ise ne yapacağımızı bilememe durumumuzdur. Hayatta genel olarak hazırlıksız yakalandığımız bu olasılıklar eğer bir gün hayatımızda tezahür edecek olurlar ise, ne yapacağımızı bilemeyiz. Örneğin, açıklama, bitmiş olan sevgi ve saygının yerini hiçbir şekilde doldurmayacaktır. Akış açıktır, bir ayrılık yaşanacaktır ve hayat devam edecektir, fakat gerçeği görmek kadar gerçeği kabul edebilme sürecimizin de önemli bir bölümü bu olasılığı her an “hatırlayabilmekten”, yani bir araya gelmek kadar ayrılma sürecinin de doğal bir süreç olduğunu hayatımızın bir anında yaşanabilecek bir gerçek olduğunun idrakından geçer…
Gerçeği görsek bile son adımda bize düşen yine aksiyon alabilme halimizdir. Örnek vermek gerekirse ben de evliliğimin son döneminde gerçek ile yüzleşmekten o kadar korkmuştum, sonrasında burada bahsettiğim ikinci aşamaya geçmiş olsam bile üçüncü aşama olarak nitelendirebileceğim “aksiyon alabilme” konusuna geldiğimde adeta donup kalmıştım. Ne yapacaktım, nereye gidecektim, bundan sonra yalnız mı olacaktım, on yılın ertesinde tek başıma yemeğe bile gitmeyen ben nasıl tek başıma yaşayacaktım, kendimi nasıl avutacaktım? Ve bunun gibi binlerce soru ile kalakalmıştım, ta ki içimde kocaman bir kadın ayaklanıp “kalk gidiyoruz” diyerek bugüne kadar uzanan maceramı başlatıncaya kadar… İşte yanlış rotada olduğumuzu anladığımızda, donakalmak yerine doğru rotaya geri dönmek için içimizdeki gücü bulmamız gerekir, çünkü hayat ancak biz ilerledikçe ilerler ve doğru rotaya girmek isteğimiz kadar yolları önümüze getirir…
Her an hayatımızda farklı zorluklarla karşılaşabiliriz ve bazen “gerçekler acı olabilir” ama her an bir şans bizler için… Eğer hayatımızdaki gerçeklere çok daha tarafsız bakabilirsek çok daha doğru görebiliriz; yorulmak, üzülmek, kurban olmak, mahvolmak yoktur, sadece “hayat” vardır…
Hayatı görebilmek için, bugün gerçekler ile yüzleşmeye, gerçekleri görmeye ve gerçeklere göre ilerleyebilmeye gönüllü müsün?