En temel ihtiyaçlarımızdan biri, şu aidiyet… Hayatta hem bize ait olan bir şeylere ihtiyaç duyuyoruz hem de biz bir yerlere ait hissetmek istiyoruz kendimizi.
Varlığında değerini ne kadar biliyoruz tartışılır ama yokluğunda bir şeyler eksik hep…
Ait olmadığımız yerlerde gelişip parlayamıyoruz; hayatımızda bize ait şeyler bulamadığımızda ise köklenemiyoruz.
Peki, suya girmekten ve ıslanmaktan bu kadar imtina edilen ve her şeyin adeta sadece ayakları suya sokarcasına yaşandığı bu zamanda, aidiyetten ne kadar bahsedebiliyoruz?
Ait hissetmediğimiz yerlerde sadece uyum sağladığımız için duruyor olabilir miyiz? İkisi çok başkadır mesela, her uyum sağladığımız yere ait olduğumuz söylenemez. Uyum sağlamak bazen sadece hayatta kalma becerisidir ve yaşamak çok başka, hayatta kalmak çok başkadır.
Aidiyet derinlik gerektirir, yüzeyde kalmaya niyetliysek sadece, teğet geçeriz insanların hayatından. Oysa kesişim kümelerinde kurulur bağlar. Çemberin neresinde durduğuna, başkalarını nereye koyduğuna da bakmalı insan.
Sonra aidiyet aynı zamanda bir hak bildirisi ise, ancak emekle karşılık bulabilir. Bir şey üzerinde hak iddia edebilmek için, onun uğruna çalışmış, çabalamış olmalıdır kişi. Her şeyin hazır ve “tüketilebilir” haline bu kadar alışmışken, yemeği bile yaparken artık malzemelerin paketlerde yıkanıp doğranmışını aradığımız bir düzende kim emek vermeye razı ki, “benim” dediği şeyler için.
Öyle ki, “benim olmasın, benimmiş gibi olsun” diyen bile o kadar çok ki… Düşler kurup peşinden gitmektense, bir illüzyon yaratıp gerçeklikten kaçmaya çalışıyorlar adeta. Düşlemeyi de yeniden öğrenmemiz gerekiyor belki de, zira çocukken yaptığımız gibi düşlediklerimizle beslenip büyümenin değil de, gerçekliğin sorumluluğunu almamak için bir şeyleri düş olarak bırakmanın peşindeyiz sanki… Aidiyet böyle yerlerde durmaz, başka yerler arar varlık göstermek için.
Aidiyet yakınlıkla ilişkilidir. Bir kişiye, gruba ya da oluşuma kendini yakın hissetmesi için kişinin önce kendine de yakın olması gerekir. Ne istediğini, ne sevdiğini, ne sevmediğini, değerlerini, hayattaki duruşunu bilmeyen biri nasıl başkalarıyla bunları ilişkilendirebilir ki? Kendimizi tanıdık insanların, yerlerin, şeylerin yanında daha rahat hissediyoruz, ancak bu “tanıdık”lığı bizler tanıyor muyuz? Başka bir deyişle, kendimizi tanımazsak eğer bize benzeyeni nasıl tanırız ki?
Ve belki de aidiyet en çok güven ile ilişkilidir. Zira güven duygusunun yeşeremediği herhangi bir yere kişi kendini ait hissedemez. Bağ kurabilmek için en başta güvenin tesis edilmesi gerekir; açıklık, yakınlık, derinlik, bunlar ancak güvenli bir ortamda varlık bulabilir.
Aidiyetin bu katmanlarında şöyle bir gezinip nerelerde ne yaptığımızı görmemizde fayda var. Çünkü kişinin kendini yaşayabilmesi, kendi gibi yaşayabilmesi, ancak aidiyet duygusunu hissedebilmesiyle mümkün oluyor.
İlginizi çekebilir: İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak, gerisine ne oluyor?