İçimizi kemirir durur, biz derinlere gömeriz ama o hep oradadır işte. Her ne yaparsak yapalım, her nereye gidersek gidelim, istersek kocaman bir kalabalığın göbeğinde olalım o oradadır; eskilerden bir tanıdık, evet bizim en gölgelerimizi bilen ama o gitmek bilmeyen “suçluluk” duygumuz… Öyle “benim yok” demeyin hemen. Evet vardır, belki sokakta elini açmış bir dilencinin yanından bir şey vermeden geçersiniz siz hiç fark etmezsiniz ama o başlayıverir küçük bir titreşim olarak… “Keşke yardım etseydim, yanımda param yoktu” veya “ben duyarsız mıyım?” düşünceleri gelir içten içe…
Sonra unutuveririz, o derinlerde kayboldu zannederiz ama için için kendimizi “yetersiz” hissederiz… Veya işte o “suç” tanımıza göre “ilgisiz” oluruz değil mi? Eşimize karşı, arkadaşlarımız ile vakit geçirdiğimizde ona iki saatimizi ayıramadığmız için dünyadaki en ağır suçlulardan biri haline geliveririz…
Sonra örneğin tek kadına veya erkeğe bağlı kalamayız, aldatırız sevdiceğimizi, dayanamayız bir içgüdü belki de, belki de hiç beklemediğimiz bir anda sevdaya düşeriz. Ama bu “insan” için olabilecek bir hikaye değildir; koskoca toplum baskısı vardır bir kere “suçlu” oluruz, sonra vicdanımız gelir yine “en suçlu”, “herkesi üzen”, “herkesin hayatını mahveden” ve “sevilmeye değer olmayacak” olan da biz oluruz…
Biraz daha irdeleyelim, annemiz bayram tatilinde onunla olmamızı ister, bizi belki babamızdan alamadığı ilgi kaynağı olarak hayatında konumlandırır. Biz “anne benim hayatı keşfetmem lazım, bu dünyayı ve en önemlisi kim olduğumu görmem lazım” deriz; yine suçlu oluruz… İçten içe “annemizin beklentisini” karşılayamamış olan yine ben olmuştur. Evet dünyanın bir ucuna gideriz ama o tanıdık iç sızısını o vicdan azabını o hafif hafif inleyen sızıyı da birlikte götürüveririz…
İşte suçluluk duygusu her an bizimle olan, her an yaşamaya devam eden ve yüklediğimiz anlamlarla adeta bir çığ gibi büyüyen bir duygudur. Biz ona baktıkça ondan yansımamıza daha da gömüldükçe birçok yargı gelir karşımıza dikilir; hayatta bir şey başaramamız olan, beklentileri karşılayamamış olan, iyi bir baba olamamış olan, iyi bir eş olamamış olan, iyi bir arkadaş olamamış olan, iyi bir sevgili olamamış olan veya sadece “yeterince” iyi olmak kriterlerini sağlayamamış olan oluveririz… Peki bunu yargılayabilmek ve içimizi doldurduğumuz o muhteşem “suçluluk” kavramı ile hayatımızı bu şekilde “olumsuz” yönde geçirmemiz doğru mudur?
Sırf dünyayı keşfetmek istiyoruz ve beklentileri karşılayamıyoruz diye suçlu olmamız gerekir mi? Yol bizim yolumuz değil midir? Bu dünyaya “anne beklentilerini %100 karşılamak” misyonu için mi geldik, yoksa özgür iradeye sahip bireyler olarak belirli saygı ve sevgi kuralları çerçevesinde oluşumuzu tam anlamıyla üstlenebilmek için mi? Evet, bir ihanet yaşamış olmamız bir daha sadık olamayacağımız iyi bir eş olmayacağımız veya gerçekten aşık olmayacağımız anlamına gelir mi veya sadece doğru kişi ile yanlış zamanda karşılaşmış olamaz mıyız? Yani sırtımıza yüklenen o “ihanet eden adam veya kadın” suçlaması sizce gerçekten hayat boyu içimizde taşımamız gereken gerçek midir veya sadece önümüze çıkan ve bizlere bahşedilmiş olan “sevmek” gerçekliğini elimizden geldiğince yaşayabilmemiz mi?
İşte hayatımızdaki bu can-ım suçlu olmak halimiz, aslında yıllar yılı içimizde biriken, belki söylenmemiş olanlar, belki ifade edilmedikçe daha da büyük suçluluklarımıza dönüşenler ile biz öyle bir noktaya gelmekteyizdir ki daha fazlasını yüklenemediğimizi görürüz…
Hemen bir örnek ile açıklayalım, evliliğimin bitişi eski eşimin ihaneti kaynaklı olmuştu. Öyle büyük suçluluklar yüklenmiştim ki “yeterince kadın olamamak, yeterince iyi olamamak, sevilmeye değer olamamak” ve kocaman vicdan azaplarıyla en acısı ise “bugüne kadar onun gerçek yüzünü görebilmiş olamamak”… Ve sonrasında bakış açımı ve yüklendiğim tüm suçlulukları dostça kabul ettim, ben “sevilmeye layık olmayan” değildim, sadece birlikte geçireceğimiz zamanı tamamlamıştık… “Bunca yılı boşa geçirmiş olan” değildim, muhteşem bir birliktelik sonrasında evet çok severek evlenmiştim ve şu an da dahil bu derece “sevebilmek” yetisine sahip olduğum için muhteşem bir şükür halindeyim… “Yeterince iyi bir eş olamamak” evet bunu da itiraf ettim kendimle yüzleştiğimde, çünkü “eş” olmak kavramı sadece yemek yapmaktan, birlikte vakit geçirmekten ibaret değil iyi ve kötüyü birlikte karşılayabilmekten ve olağanüstü bir arkadaşlıktan geçiyor. Bunu öğrenmemde bana yardımcı olduğu ve anlayışımı değiştirmek üzere benimle olduğu için bugün ve her an kendisine kocaman teşekkür etmekteyim…
Bakın sevgili Sharon Wegscheider-Cruze, bu suçluluk duygumuzu Kıymetinizi Bilin! Kendini Sevmeyi Öğrenmek isimli eserinde nasıl yorumluyor:
“…Ömür boyu sürmüş suçluluk kalıbından özgürleşmek zordur. Fakat suçluluk dolu bir hayata devam etmenin zorluğuna yaklaşamaz.
…Şu önemli olguyu hatırlayın: Kimse sahibiniz değil, ilişki ne olursa olsun. Dünyaya ebeveynin, eşin ya da çocuğun rüyalarını, istek ve dileklerini yerine getirmek için gelmediniz. Başka birini kendi yol açtığı sonuçlar ya da gerçeklikleriyle yüzleşmekten korumaktan da siz sorumlu değilsiniz. Var olmak, gelişmek, kendinizden ve kendinize karşı sorumlu olmak için buradasınız. Daha büyük bir resimde, buradan siz geçtiğiniz için dünyanın daha iyi bir yer haline gelmesinde bir katkınız da olmuşsa ne mutlu.
…Sağlıksız suçluluktan kurtulmada ipuçları;
- Kendiniz ve herkese karşı hisleriniz yokmuş ya da önmeli değilmiş gibi davranmaya son verin.
- Kendi ihtiyaçlarınız konusunda her zaman dürüst olmayı hatırlayın. Başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak zorunda değilsiniz. Bu onların görevi. Kendinize sadakatinizi borçlusunuz.
- Sizin için en iyisinin ne olacağını yalnızca sizin bilebileceğinizi unutmayın. Kendinizinkiler dışında kimsenin standart ve beklentilerini karşılamak zorunda değilsiniz.
- Kendinize ve duygularınıza inanın ve kendinizi olduğunuz gibi kabul edin. Olduğunuz gibi gayet iyisiniz.”
Bugün bu yazımda bana eşlik eden sevgili sen, kendinle yüzleşmeni diliyorum, hangi isteklerini sırf “üzülecekler”, sırf “ne diyecekler”, sırf “beni suçlayacaklar” diyerek ertelemektesin, görmezden gelmekte ve sindirmektesin? Hangi hayalini kısacık bir an için bile “layık olmadığın” düşüncesi ile en derinlere gizlemektesin? Ne yaptığında sırtına binlerce tuğla ağırlığında “suçlusun” inancı yüklenmekte? Bunların hiçbirini taşımak durumunda değilsin… Sen hiçbir kararın, hiçbir eylemin, hiçbir inancın ve değerin için “suçlu” değilsin; oluşun için suçlu değilsin… Eğer bu kelimeler sana ulaştıysa ve alacak olduğun bir mesaj var ise, sadece kendin için kendini tam ve özgür hissedebilmek için o “suçlu” olan sen ile barış, onu anla ve onu bugün olduğu yerde bırak gitsin…
Yepyeni bir hayat seni bekliyor, sen “olmaya” layıksın… Bu hayat seninle çok daha güzel…