Güneşli bir Pazar sabahı… Hava mis gibi… İstanbul’dan yaklaşık 1 saat mesafede Şile’deki Ulupelit köyüne doğru yola çıkıyoruz. Adresimiz son dönemde Hande Ataizi’nin düğünüyle ününe ün katan Lavanda Butik Otel.
Köy yoluna girince hepimizi bir şaşkınlık alıyor, çünkü köy gerçekten tam tabiri ile bir köy. O eski filmlerde gördüğümüz, bir çoğunun dış sıvamasının bile olmadığı kısa kısa evler, eski arabalar, bozuk yollar, sokaklarda dolaşan büyük baş hayvanlar… Yolu takip ederken, merakımızın gittikçe artması ile beraber beklentilerimiz de birden soru işaretlerine dönüşüyor. Zira organizasyon başı ben olduğum için ufak çaplı bir stres de yaşamıyor değildim.
Her ne kadar otel ‘beni bulmayın’ dese de, sonunda o minik ‘Lavanda Otel’ tabelalarını takip ederek otele ulaşıyoruz. İçeri girdiğimiz anda soru işaretlerimizin hepsinin birden uçup gittiğini anlıyoruz. Bu şaşkın suratla etrafa bakarken birden ‘hoş geldiniz’ sesini duyarak arkamızı dönüyoruz ve otel personelinin güler yüzü ile karşılanıyoruz.
Buraya gelmekteki amacımız, temiz havanın tadını çıkartalım, sohbet muhabbet edelim, içkilerimizi yudumlayalım ve tabi ki güzel bir yemek yiyelim idi… Ama açıkçası oteli gezdikten sonra keşke gece de burada kalsaydık diye düşünmeden edemedik.
Oteli gezerken ki ilk hissiyatımı özetleyen kelime: Kopmak. Günlük hayattan kopup direk oranın havasına büründüm. Ortamda o kadar güzel bir enerji var ki, sizi hemen sarıp sarmalıyor, kafanızda ne varsa atıp, sadece orayı keşfetmeye konsantre olmanızı sağlıyor. İtiraf edeyim, belki biraz abartıyorumdur. Ama o an için öyleydi.
Lobideki o ‘evin salonu’ havası o kadar güzel detaylarla süslenmiş ki… Özellikle annelerimizden bildiğimiz ve ne zaman evde dantel kullanma ile ilgili bir muhabbet açılsa ‘bıyık altından’ güldüğümüz o dantellerin; şöminenin, koltuğun üzerindeki yerini nasıl güzel aldığını görünce de şaşırmayın. Neyse daha fazla detaya girmek istemiyorum ki, biraz da siz kaybolun.
Yemeğe geçmeden önce şaraplarımızı söyleyip muhabbete başladık. Sohbet sohbet karnımız açıktı ve tabi ki sıra yemeğe geldi.
Menünün girişindeki yazıyı okuyunca hepimizin suratında ciddi, meraklı bir ifade belirdi, bu beklentimizin artmasının bir işareti idi. Özetle diyordu ki; her şey en özelinden, en güzelinden, en tazesinden, en orijinalinden hazırlanıyor…
Ekmeklerimiz ve zeytinyağı yatağında sunulan keçi peyniri ile başlangıcımızı yaptık. Zeytinyağı, kokusu, tadı, burukluğu; keçi peyniri bu zamana kadar hiç tatmadığım bir türü ile, ekmekler ise sıcacık ve lezzeti ile karşımızdaydı. Bana kalsa başka başlangıca gerek bile yoktu, bunun tadına daha çok varabilirdik ama adet yerini bulsun diye spesiyallerden adını hiç duymadığımız, Ulupelit köyüne özel bir mantar cinsi olan “Siyah borazan mantarı”, “Keçi peynirli Fransız salatası” ve “Erzincan tulumlu roka salatası” söyledik.
Yemeklere gelince, açıkçası orda bayağı bir mesai harcadık. Çünkü yemekler iddalı, dolayısıyla riskli. Hem çok çekici, hem de acaba sevgili damağım bunu sever mi soruları içerisinde ortaya karışık siparişlerimizi verdik: Antep fıstık ve yabani mantarla hazırlanan risotto üzerinde kuzu pirzola, kuruyemişli bulgur pilavı ile servis edilen köy pilici, kaz ciğeri ve dana etli risotto. Yemeklere başlandığı anda, o gürültülü masamız birden sessizlikle yer değiştirdi. Tabi bir süre sonra bu sessizlik, diğer tabaklara olan merak ve akabindeki ‘aa seninki nasıl, bir çatal ver bakayım’ cümleleri ile bozuldu.
Kimsenin seçmediği, bu yüzden de benim aklımda kalan, oranın spesiyali olan yemek ise “oğlak”tı. 10 saat dinlendirilerek yapılıyormuş, giderseniz deneyin derim.
Piliç yanında servis edilen kuru yemişli bulgur pilavı ile pirzolanın yanındaki Antep fıstıklı risotto evde yapılacak, en azından denenecek yemekler listesinde yerini aldı.
Ve makus kaderimiz yine tatlı yememize izin vermedi, çünkü yerimiz kalmadı.
Tabi ki, bol köpüklü ve özel likörleri ile ikram edilen Türk kahvesi ile, otele girdiğimiz andan itibaren gözümüzün kaldığı ‘o evdeki salon’da yerimizi alarak, finali yaptık.
Özetle, bozuk yolu ve küçük tabelaları ile bulmakta biraz zorladığımız bu oteli, atmosferini ve mutfağını ilk fırsatta denemenizi tavsiye ederim. En azından bir hafta sonu, şehirden kopmak ve damağınızı şenlendirmek için.