On sekizinci yüzyılda Georges-Louis Leclerc Comte de Buffon ve diğer doğa bilimciler, hayatın sabitlenmemiş olabileceğini düşünmeye başladılar. 1700’lerin sonunda paleontologlar, değişmeyen bir dünya ile çelişen keşifler yaptılar. 1801 yılına gelindiğinde ise Jean-Baptiste Lamarck büyük bir adım attı ve “evrim teorisini” ortaya çıkardı. Kariyerine bir botanikçi olarak başlayan Lamarck zamanının çok ilerisinde bir insandı. Onun yaşadığı dönemdeki teolojik baskı düşünülürse, Lamarck’ın kendi teorisindeki teolojik unsurlara rağmen ne kadar ilerici olduğu da anlaşılabilir. Bu aydın bilim insanı fikirleri nedeni ile öylesine dışlandı ki 1829 yılında yoksulluk içinde hayata veda etti. Ancak evrim kavramı onunla birlikte ölmedi.
Fransız doğa bilimci Geoffroy St. Hilaire, 1820’lerde evrimsel değişimin başka bir versiyonunu savunacak ve İngiliz yazar Robert Chambers, 1844’te ‘Doğal Bir Yaratılışın İzleri’ni yazacaktı. 1859’da ise Charles Darwin Türlerin Kökeni’ni yayınlayacaktı. Günümüzde sadece Darwin’in teorisi bilimsel olarak değerli bulunsa da Lamarck, karanlıkta bırakılamayacak kadar önemli bir yere sahip olmalıdır.
2022 yılı, Jean-Bapteste Lamarck’ın ‘Philosophie Zoologiqu’ (Zooloji Felsefesi ) kitabının 213. ve Charles Darwin’in ‘On the Origin of Species’ (Türlerin Kökeni) kitabının ise 163. yıl dönümü. Lamarck’a göre evrim, faydalı fiziksel özelliklerdeki değişikliklerden, özellikle de kalıtsal olduğuna inandığı organların kullanımından doğrudan etkilenen ve gelişigüzel olmayan bir süreçti. Bunun tersine Darwin, doğal seçilim için malzeme sağlayan rastgele yani yönlendirilmemiş değişime daha büyük bir önem veriyordu. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki Darwin asla evrimin rastgele olduğunu savunmadı. Ona göre doğal seçilim zaten tanımı gereği rastgele olmayan bir seçimdi. Rastgele olan ‘genetik mutasyon’du.
Tarihlerden de anlaşılacağı üzere evrimi ortaya atan kişi Lamarck’tı ve Lamarck’ın kitabı, Darwin’in kendisi tarafından da sonradan belirtildiği gibi biyolojik evrimin yayınlanan ilk manifestosuydu.
Lamarck’ın evrim kavramı kapsam olarak sınırlıydı:
- Türlerin yok olacağına inanmıyor, daha çok türlerin fiziksel modifikasyon yoluyla yavaş yavaş başka türlere dönüşeceğini düşünüyordu.
- Ayrıca organizmaların doğuştan gelen eğiliminin, nesiller boyunca mükemmelliğe doğru ilerleyeceğine de inanıyordu.
Lamarck’ın teorisini oluştururken sırtını yasladığı üç temel yasası vardı. İlk yasası evrimim önceden belirlenmiş bir plana göre gerçekleştiğine ve sonuçların da çoktan kararlaştırıldığına inanmasıydı. Lamarck tanrıyı kuramına dahil etmese bile, canlıların daha mükemmel olmasını sağlayan gizemli bir güç olduğu fikrini de her zaman dile getirmişti. Bu fikrine göz atarken, onun yaşadığı dönemde doğadaki değişim mekanizmalarının henüz hiçbir açıklamaya kavuşmadığı da akılda tutulmalıdır. İkinci yasasına göre, düzenli bir şekilde kullanılan organlar gelişiyor ve güç kazanıyordu. Kullanılmayan organlar ise nihayetinde yok oluyordu. Üçüncü yasasına göre ise organların bu kullanım şekillerinin nasıl olduğu kalıtım yolu ile nesillere aktarılıp bu yolla da evrim gerçekleşiyordu.
Lamarck yaptığı gözlemleri süzgecinden geçirirken temelde doğru bir yol izlemişti. İncelediği birçok hayvanın benzerliklerinden ve fosillerin yapılarından etkilenmişti. Bu nedenle de hayatın sabit olmadığını iddia edebilecek cesareti gösterebilmişti. Çevre değiştiğinde organizmalar da hayatta kalmak için davranışlarını değiştirmek zorunda kalıyordu. Canlılar bir organlarını geçmişte olduğundan daha fazla kullanmaya başlarlarsa, o organın ömrünü uzatabiliyorlardı. Örneğin, bir zürafa yaprakları yiyebilmek için boynunu gerdikçe onu daha da esnetiyor ve sonunda uzun bir boyna sahip olabiliyordu. Lamarck’a göre kullanıldıkça uzayan bu boyun yapısı yavru zürafalara kalıtım yolu ile geçiyor ve nesilden nesile aktarılırken daha da mükemmelleşiyordu. Bu arada organizmaların kullanmayı bıraktığı organlar ise küçülerek en sonunda yok oluyordu. Ancak onun teorisi modern bilim tarafından çürütüldü çünkü yaşam deneyimleri yoluyla elde edilen bedensel değişikliklerin kalıtım yolu ile bir sonraki nesle aktarılmadığı ortaya koyuldu.
Eğer Lamarck’n teorisi doğru olsaydı bir hayvanda meydana gelen değişikliklerin hayvanın yavrularına geçtiği gözlemlenebilirdi. Mesela bir köpekbalığı, ebeveynlerinin incelikli olarak gelişmiş kas yapısını miras alabilseydi, halihazırda olduğundan çok daha fazla gücü olan bir ölüm makinesine dönüşebilirdi. Ya da örneğin siz her gün egzersiz yaparak, maratonlara düzenli olarak katılarak ve iyi beslenerek kondisyonunuzu mükemmel hale getirebilirsiniz ve eğer Lamarck haklı ise sizin bebeklerinizin de doğduklarında aynı bedensel kondisyona sahip olmaları gerekir. Ancak sizdeki bedensel değişiklikler bu şekilde aktarılmaz; onlar sadece size özgü modifikasyonlardır. Sizden sonraki nesillerin de aynı zindelik için aynı emeği vermesi gerekir.
Lamarck’ın teorisinindeki sıkıntıların temeli onun genlerle ilgili hiçbir bilgisi olmamasından kaynaklıydı. Artık genetik bilimi hakkında çok daha fazla şey biliyoruz ve özelliklerin aktarılmasının tek yolunun genler yoluyla olduğunu ve genlerin dış dünyadan etkilenemeyeceğini de biliyoruz. Etkilenebilecek tek şey, bir popülasyonda hangi gen setlerinin olduğu ve bu, hangi bireylerin öldüğüne ve hangilerinin yaşadığına göre belirleniyor. Bu bilgi de bir canlının çabalarının meyvelerinin yavrularına miras bırakılamayacağını öğrenmenin diğer bir tanımımı veriyor bize.
Darwin, Lamarck’ın evrim ile ilgili temel fikirlerine dayanarak ondan tamamen farklı bir sonuç ortaya koyan kişi oldu. Darwin, özelliklerin aktarıldığını biliyordu, ancak nasıl aktarıldıklarını asla anlayamamıştı çünkü o da genlerle ilgili bilgi sahibi değildi. O’na göre hayvanların arzularının, nasıl evrimleştikleriyle hiçbir ilgisi yoktu ve Darwin, bir organizmada meydana gelen değişikliklerin, türün evrimini etkilemediğine inanıyordu. Aynı türden organizmaların bile farklı olduğunu ve çevrelerinde hayatta kalmalarına yardımcı olan varyasyonlara sahip olanların hayatta kaldıklarını ve daha fazla yavruya sahip olduklarını öne sürüyordu. Yavrular, ebeveynlerinin yardımcı özellikleriyle doğuyor ve üredikçe de bu özelliğe sahip bireyler nüfusun daha fazlasını oluşturuyordu. Çok iyi adapte olmayan diğer bireyler ise ölüyordu. Fillerin çoğu kısa gövdelere sahipti, ancak bazılarının daha uzun gövdeleri vardı. Kısa gövdeleriyle ulaşabilecekleri yiyecek ve su olmadığında kısa gövdeli olanlar öldü, uzun gövdeli olanlar ise hayatta kaldı ve çoğaldı. Sonunda, tüm filler uzun gövdelere sahip oldular. Darwin, evrimin herhangi bir plana göre gerçekleşmediğini de özellikle vurgulamıştı.
Onun teorisi iki unsurun kombinasyonuyla şekilleniyordu:
- Doğal seçilim
- Bir popülasyondaki değişken ve kalıtsal özellikler
Darwin, Lamarck’ın iddialarına her daim temkinli yaklaşmış ancak yine de kitabının altıncı baskısında Lamarck’ın kalıtım yolu ile geçiş fikrinin meydana gelebileceğini kabul etmiştir. Çünkü her ne kadar doğal seçilimi ortaya atsa da seçilimin varyasyonları açıklayamamıştır.
Sonunda, August Weismann, 19. yüzyılın sonunda konuyu açıklığa kavuşturan bir fikir geliştirebilmiştir. Cinsel üremeye katılan hücrelerin, vücudu oluşturan hücrelerden bağımsız olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre, bir organizmanın doğumundan sonra edinilen bünyesel modifikasyonlar, sonraki kuşaklara geçemez. Weismann, Lamarkçılığın temelini sarsmıştır.
Tam da bu noktada bahsedebileceğimiz önemli bir konu var; son zamanlarda strese karşı geliştirilen duyarlılığın (ki bu edinilmiş bir özelliktir), belirli koşullar altında birkaç türde “epigenetik olarak” (yani DNA dizisindeki değişiklikler yoluyla değil) nesillere aktarılabileceği keşfedilmiştir. Ancak bu etki en fazla iki nesilde rol oynayabilmektedir ve daha sonra ortadan kalkmaktadır. Yani bu etkinin evrime katkısının olmadığı öne sürülmektedir.
Darwin’e geri dönecek olursak… Darwin doğayı tarihsel bir süreç içinde ele almış ve doğadaki değişimi maddi mekanizmalar aracılığıyla açıklamayı tercih etmiştir. Zihinsel olanın maddeyi belirlediğini savunan ve bunu savunurken de var olan düzenin değişmezliğini devam ettirmeye çalışan ‘idealizm’e karşı büyük bir karşı duruş gerçekleştirmiştir. Kaynağını Marx ve Engels’ten alan diyalektik materyalizmin bilimsel olarak vücut bulmuş halini yaratan kişidir Darwin.
Charles Darwin’in teorisinin kötüye kullanılması ile halen dünyada en güçlü olanın hayatta kalması fikrini öne çıkaran pek çok gerici ideoloji ile baş etmeye çalışıyoruz. Ayrıca bu bakış açısı piyasa ekonomisinin de taptığı bir yasa olarak sürekli dile getirilebiliyor. Aslında Darwin’in bu söyleminde esinlendiği kişi Malthus’tur.
Malthus’un 1798 tarihli Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme adlı kitabında nüfus ile kaynaklar arasındaki dengesizliğe işaret edilmiş; yazar üretime yeterince katılamayanların elenmesini savunmuştur. Bu Malthusçu zihniyete karşı durulmadığında Darwin’in ortaya çıkardığı önemli bilimsel veriler sadece ayrımcılığın tohumlarını ekmeye devam edecektir. Oysa biyolojik belirlenmeciliğin yol açabileceği tehlikelerin farkında olmak elzemdir. Bahsedilen asla Darwin’in teorisinin temel ilkelerinin geçersizliği değildir. Sadece günümüzde Darwin’in cımbızla çekilmiş bazı sözlerinin ilkel fikirlerle özdeşleştirilerek savunulmasına dair uyanık olmanın gerekliliğini vurgulamalıyız.
Bugün Darwin’in fikirlerine karşı duranlar da aynen onu ilkelliklerine alet edenler gibi, ne Darwin’i ne evrimi ne de bilimin nasıl işlediğini anlamayanlardır. 1920’den bu yanadır bilimsel olarak ortaya konan ilerlemelerden sonra yaşayan biri için bu modern aerodinamik teoriyi yok saymak artık garip karşılanabilecek bir tavırdır. Ancak bu teorilerin eksik olduğu da unutulmamalıdır. Hiçbir teori bütünü açıklayamamıştır. Hepsinden parça parça öğrenip gerçeğin daha çağdaş halini ortaya koyabilirsiniz ancak nihayetinde o son hali de hep eksik kalacaktır. Bu yüzden “Tek gerçeklik değişimdir” denmesi boşuna değildir çünkü bilgi ve bilim de her şey gibi sürekli olarak değişir.
Darwin’den bu yana evrimle ilgili birçok yeni gelişme sağlandı. Çeşitliliğin kaynağı olabilecek 20 kadar mekanizma ve hatta seçilimi sağlayan da 5 farklı varyasyon olduğu bulundu. Daha da ileri gidilerek genetik biliminin geliştirilmesiyle ortaya çıkan moleküler araştırmalar sayesinde modern bilim evrimsel süreçleri tam anlamıyla doğrulamayı dahi başardı. Ancak bugüne dek evrim gibi bir başlığın altında dünyayı ve evreni tanımamız için bize ışık tutan tüm insanlara büyük bir saygı duyarak ekleyebiliriz ki; modern bilim bir din değildir.
Veriler sürekli olarak değişmekte ve yeni keşiflerle bir önceki dayanak noktaları yerle bir edilebilmektedir. Bilimsel teorilerin sanki birer ideolojiymiş gibi sunulması ve bu alanda da insanların ayrıştırılması kabul edilemeyecek kadar zavallıca olan bir tutumdur. Önemli olan sürekli olarak bilimsel metodların yardımıyla araştırmak, deneye tabi tutmak, at gözlüklerini çıkartıp evrene bir de açık alandan bakmaya çalışmaktır. Bu tavır sadece bilim alanında değil; sosyolojik, tarihsel, psikolojik vb. tüm alanlarda kullanabileceğimiz bir yaklaşımdır. Geçmişi araştırmayan, okuduklarını ve duyduklarını sorgulamadan sırf ideolojisine uyduğu önyargısı ile savunan bir insan; ne içinde olduğu anı ne de geleceğin dünyasını yaşanır hale getirebilir…
Kaynak
Eugene V Koonin & Yuri I. Wolf- Is evolution Darwinian or/and Lamarckian?
New England Complex Systems Institude- Why We Believe Darwin?
Çağrı Mert Bakırcı-Darwin’in Evrim Teorisi Nedir, Neler Söyler?
Berkeley University Library- Early Concepts of Evolution: Jean Baptiste Lamarck
Doç. Dr. Iraz Akış- Darwin’in Evrim Kuramının Bilimsel Dünya Görüşünün Doğuşuna Katkısı
Yakaru- Bruce Lipton’s ‘Biology of Belief’ – Annotated with facts
İlginizi çekebilir: Diderot Etkisi: Tüketim sarmalından nasıl çıkabiliriz?