Evet mi, hayır mı?
Uzun zamandır sosyal medyada paylaşımların ego vitrinine dönmesiyle ilgili bir yazı yazmayı düşünüyorum… Ve nasıl yapsam da bu yazıyı yumuşak şekilde yazsam diye uğraşıp duruyorum… Beceremiyorum çünkü -arkadaşlarım dahil- gerçekten aklı başında birçok insanın nasıl da kendilerini kaybettiklerini görüyor ve buna anlam vermekte zorlanıyorum… Görüşlerimi dile getirdikten sonra işin neden ego gösterisi olduğunun da altını çizeceğim.
Hatırlatma: Bu kesinlikle siyasi bir yazı değil
Çünkü Uplifers platformu siyasetle ilgili yazılacak bir yer değil, bununla birlikte tüm bu olan bitenin kişisel büyüme ve gelişime dair birçok iz taşıdığı da bir gerçek. Bu yüzden hiçbir siyasi görüşe dokunmadan şu Evet/Hayır tartışmasına değinmek istiyorum. Kimisine ters kimisine sert gelebilir…
Tersliği de sertliği de yumuşatıp, bu gibi durumlarda ne yapılacağına dair çok işimize yarayacak bazı fikirleri de aktarabilmek için yazımın sonunda üstat Cem Şen’in 23 Ocak’ta Facebook’ta yayınladığı paylaşımı da okuyabilirsiniz. Bu yazısını Uplifers’daki köşemde paylaşma iznini de kendisinden aldım elbette. Cem Şen kimdir öğrenmek için tıkla.
Önce şu sert kaçabilecek kısmı mümkün mertebe yumuşatarak yazacağım izninizle. Birkaç çeşit tipleme söz konusu bu noktada. Komik isimlerle kendilerini buradan tanıtayım:
- “Kahrolsun Evet/Hayır diyenler!”
- “Bak neler biliyorum… Üstelik çok acayip duyarlıyım!”
- “Ne paylaşacağınızı bana soracaksınız!”
1. Kahrolsun Evet/Hayır diyenler!
“O Evet diyenler var ya… Hepsini asacaksın, keseceksin, sallandıracaksın… Bunların hepsi özgürlüklerini satmış, zaten kafaları da çalışmıyor, tamamı oksijen zayiat makinesi.”
“O Hayır diyenlerin sonu geldi. Eski zamanlar yok artık… Şimdi biz güçlüyüz, Batı özentisi zavallılar değil, artık bizim sözümüz geçecek.”
Türkiye’de yaşanan “ötekileştirme” oyununda gol yiyen milyonlar, sosyal medyada birer klavye kahramanına dönüşmüş vaziyette! “Karşı taraf” diye gördükleri kısma sürekli olarak saldırıyorlar. Üstelik de neyi bilip bilmedikleri son derece tartışmalı: Birçoğu paylaşımlarında manipülasyona son derece açık farklı sosyal medya platformlarından ya da ne idüğü belirsiz haber sitelerinden alınmış haberimsi paylaşımları hiçbir doğrulatma ihtiyacı duymadan tekrar paylaşıyorlar.
Karşı tarafı dinlemeye, anlamaya ve asgari müştereklerde buluşmaya, zinhar niyetleri yok. Takım tutar gibi ideoloji savunan, mazrufla asla ilgilenmeyen ama zarfa aşık bir sürü insan, hiç bilmediği konularda ahkam bile kestiren sonsuz bir öz güvenle “ötekine” saldırıyor.
Peki neden?
Birinci duygu aidiyet… Hepimiz bir yerlere ait olmak istiyoruz. Koyu bir Fenerbahçe taraftarıyla yine koyu bir Galatasaray taraftarının; bir penaltı pozisyonuyla ilgili -sanki hayatları buna bağlıymış gibi- saatlerce tartışmalarını sağlayan o tuhaf duygu burada da geçerli. Bir ideoloji, bir inanç sistemi, bir yaşam biçimi ve hatta bir bölge/mahalle aidiyet duygusunu fanatizm boyutlarına taşımaya yetiyor: İnsanlar söyleneni, iddia edileni, twitterda paylaşılan bir linki veya cümleyi, “photoshoplanmış” bir fotoğrafı ya da uydurulmuş bir haberi sorgusuz sualsiz kabul ediyorlar. Yetmezmiş gibi, bir de onu sanki kendi fikirleriymiş gibi hararetle savunabiliyorlar.
İkinci duygu benmerkezcilik… Karşımızdaki kişi senelerce birlikte top oynadığımız adam da olabilir, ailecek tanıştığımız eski bir arkadaş da… Fark etmiyor! Kendimizi ait hissettiğimiz kaynaktan aldığımız güçle o kaynağı koşulsuz şartsız savunurken buluyor ve hissetmeden rahat edemeyeceğimiz, bastırılamaz bir “haklı olma” arayışında kafa göz yarıyoruz.
Çok acayip bir şey bu! Tüm ülkeyi ilgilendiren bir konuda yapılacak referandumla ilgili olmasa, neredeyse eğlenceli bile görülebilecek kadar trajikomik bir durum: CAHİLLER SAVAŞIYOR! İşin ilginç yanı, birçoğu da aslında cahil falan değil… Aralarında üniversite mezunları, yurt dışında okumuşlar, önemli şirketlerde ve kamuda yönetici olanlar var: Sen-Ben-O-Biz-Siz-Onlar!
2. Bak neler biliyorum… Üstelik çok acayip duyarlıyım!
Burada ihtiyaç duyulan duyguyu baştan söyleyeyim: “Önemli Hissetmek”. Bu arkadaşlar öyle paylaşımlar yapıyorlar ki ilk gruptakinin aksine araştırılmış, detaylıca analiz edilmiş, kendi fikirleriyle harmanlanmış siyasi projeksiyonlar bunlar. Veya küfürsüz-hakaretsiz son derece düzeyli reaksiyonlar falan…
Bol bol beğeni alan bu tip paylaşımların altındaki yorum alanları da genellikle kalabalık oluyor. Yorumlar ve beğeniler arttıkça paylaşımı yapan arkadaşın vücudundaki dopamin seviyesi tavan yapıyor! Bu yazdıkları takipçiler tarafından birkaç kez yeniden paylaşılırsa eğer, paylaşımı yapan duyarlı ve bilgili şahıs sosyal medyada orgazm nasıl yaşanır, tecrübe ediyor!
İlgi görüyor, saygı görüyor, beğeniliyor… Tüm bunları gece yarısı bilgisayar başında oturup, gerçekte hiçbir şey üretmeden yapıyor. Ve BUM! O önemli, saygın hissetme ihtiyacı anında karşılanıyor.
3. Ne paylaşacağınızı bana soracaksınız!
En ilginci bunlar aslında… Kendi duvarlarına bak; kedi severken, kahve içerken, arkadaşlarıyla yemekte, spor salonunda falan bazı fotoğraflarını görebilirsiniz… Ama arada asıl dikkat çeken şu paylaşımlarıdır: “Ülkenin bu hassas döneminde yediği yemeği, kedileri, çiçeği böceği paylaşanları anlamıyorum… Bu ne duyarsızlık!”
Evet haklısın; memleket senin Facebook’taki duyarlı paylaşımlarınla kurtulacak çünkü!
Bunlar da ikinci grup gibi önemli hissetmek peşindeler aslında ve bir yandan da tepeden bakan ve yargılayan tutumlarından dolayı onlar kadar fazla beğeni ve yorum alamıyorlar… Dolayısıyla bunlar ikinci gruba göre “dopamine aç” diyebiliriz.
Bu arkadaşların aslında nasıl bir bağımlılık içinde olduklarına dair mükemmel Simon Sinek tespitlerini dinlemek isterseniz sizi böyle alalım. Sinek’in söyledikleri çok geniş bir perspektifte birçok konuda ufkunuzu genişletecek.
Bu işin egoyla ne ilgisi var?
Aklı başında insanlarız ve aslında bu paylaşımların egomuzu nasıl beslediğiyle ilgili fikri hepimizin anladığından eminim. Bununla birlikte belki de yeni öğreneceğiniz bir bilgiyi de paylaşayım: Herhangi bir konuda; “karşısında durduğunuz”, “mücadele ettiğiniz”, “alaşağı etmek için çalıştığınız” o “Ötekiler” var ya… Sizden ve paylaştıklarınızdan haberleri bile olmuyor genellikle… Çünkü sosyal medya platformlarının tamamı benzer bir algoritmayla çalışıyor ve size sadece “ilgi alanınızda olan” konulara ve sık tıkladığınız linklere benzer konu ve linkleri gösteriyor. Daha detaylı bilgi almak isteyenleri de Eli Pariser’in TED Talk’unu dinlemeye davet ediyorum.
Yani aslında sizi, fikirlerinizi zaten beğenmeye meyilli, sizin gibi düşünen insanlar takip ediyor… Bir fikrin ateşli savunucularıysak eğer; şundan kesinlikle emin olabiliriz: Kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Bu yüzden yaptığımız paylaşımların Dünya’yı değiştirecek etkiler yaratabileceğine dair zaten inanmadığımız sanrılardan kurtulmak ve yerine konulamaz tek kaynak olan çok kıymetli vaktimizi ego tatmini için tüketmemek konusunu ciddiyetle değerlendirmemizde fayda var.
İşin kişisel gelişim tarafı…
Bir yandan da elbette bu konuda kendimizi dizginlemek, kişisel gelişimimizle yakından ilgili… Uzakdoğu öğretilerinden nefese birçok konuda en yetkin eğitmenlerden biri olan Cem Şen’in 23 Ocak’ta yaptığı paylaşım; ruhani yaklaşım ve evrenin çalışma prensipleri boyutlarında da yapabileceğimiz şeyler olduğunu hatırlatarak umutlandırıyor okuyanı.
Tek yapmamız gereken egoyu devreden çıkarmak… Kolay gibi görünse de deneyince ilk seferde hepimize zor geliyor, bununla birlikte ısrarla uyguladığınızda; bu uzun yolda egoyu bırakmak her seferinde birazcık daha kolaylaşıyor.
Ben sözü burada Cem Şen’e bırakıyorum; bana ulaşmak isterseniz mail adresim: [email protected]
Üstat Cem Şen’in paylaşımı
“Biliyorum ki bu yazıyı okuyan pek çok arkadaşım şu an çok ama çok zor koşullarda yaşıyor. Umutlarını yitirmiş, çaresiz, güçsüz, yorgun, aklı karışık durumda. Bir umut, bir çare, bir yardım arıyor. Bu sözü duymak onlara iyi gelmeyecek biliyorum ama yine de söylemekten başka çarem yok: Yardım kesinlikle iyi olur elbette. Yine de ihtiyacınız olan şey yardım değil. İhtiyacınız olan tek şey içinde bulunduğunuz duruma direnç göstermeyi bırakmak.
Yaşım ilerleyip de geçmişe baktığımda tüm buhranlı, bunalımlı dönemlerimi ilk olarak o dönem ile çatışmayı bıraktığımda atlatmaya başlamış olduğumu görüyorum. Zor dönemleri başarı ile atlatmış pek çok insanın yaşamına baktığımda aynı özelliğin onlarda da var olduğunu anlıyorum.
İnsanlar bir zorluk yaşamaya başladıklarında ilk tepki olarak ona şiddetli direnç gösteriyorlar. Bu, olağan bir tavır. Hepimiz kendimizi sevimsiz, zorlu, kontrolümüzün dışında, tehlikeli, bunalımlı, savunmasız, çaresiz olduğumuz bir durumda bulduğumuzda ilk olarak o duruma şiddetle tepki gösteririz. Çoğumuz içinde bulunduğumuz durumda kaldığımız süre arttıkça koşullara gösterdiğimiz direncin şiddetini artırmaya başlarız. “İstemiyorum”un tonu hafif bir sızlanmadan şiddetli bir haykırışa doğru dönüşmeye başlar. Bu şiddetli tepki içinde kimimiz kendimize acı, kimimiz ise zarar veririz. Bununla birlikte ne yazık ki direncimiz ne kadar güçlü olursa olsun o durumdan kurtulmamız mümkün olmaz. Eğer koşullar biraz iyileşip sonra tekrar kötüleşme eğiliminde ise o zaman yaşam boyu direnç gösterdiğimiz koşullara maruz kalarak yaşayabiliriz. Bu durumda işler biraz iyileştiğinde sakinleşir ve gerektiğinde yeniden direnç gösterecek gücü bulur, işler yeniden kötüleştiğinde direnç gücümüzü büyük bir şiddetle gösterebiliriz. Bu da canımızı çok yakar.
Bazı zamanlarda ise tek seferde o kadar şiddetli bir direnç gösteririz ki bu hem bize hem de çevremize büyük bir hasar verir. Koşullar değişip de durum biraz daha tahammül edilebilir hale geldiğinde ya da tümüyle iyileştiğinde biz artık yorgun, önyargılı, aynı şeyi bir daha yaşama ihtimali karşısında korku dolu ve tahammülsüzüzdür.
Oysa içinde bulunduğumuz durumun değişmesi için ya çaresizlik sebebiyle gücümüz tükenmeli ve direncimiz azalmalı ya da bilgece davranmalı ve gücümüzü koruyarak direncimizi bırakmalıyız. Değişim yalnızca direncin bırakılmasını takiben gelecektir. Direnç, kendisine direnilenin gücünü artırır ya da en azından ona karşıt gerilimle enerji kazandırıp süresini uzatır. Direnç boğulmakta olan bir insanın korku ile kasılıp boğulmasına benzer. Gevşediğimizde bedenimizi suyun yüzeyinde tutmak için daha az çaba gerekir çünkü yüzerliğimiz vardır ve özgül ağırlığımız sudan daha az olduğu için suyun kaldırma kuvveti bizi suyun yüzeyinde tutar. Her ne kadar zorlu koşullar ile suyun bedeni kaldırması arasında bir ilişki kurmak çok doğru bir benzetme olmasa da adeta yaşamın kaldırma gücü bizi ayağa kaldıracak kadar güçlü gibidir. Kötü koşullar içinde direnci bırakmak gevşediğimizde suyun yüzeyinde kalmaya benzer bir hal yaratır. Zor zamanları ilk olarak o zamanlarla çatışmayı bırakarak atlatan herkes bunu bilir.
Dışarıdan gelen yardımın kesinlikle size bir faydası olmayacaktır. Doğrudur borcunuz varsa biraz para sizi rahatlatır, sağlık sorununuz varsa daha iyi bir tıbbi tedavi size umut verir, ilişkiniz kötü ise ortak bir arkadaşınızın karşınızdaki insan ile yapacağı bir konuşma belki duruma biraz yardımcı olur ama ben şu ana kadar bu tür desteklerin bizi içinde bulunduğumuz durumdan kurtardığını görmedim. Bu tür yardımlar bazen daha kötü bile olabilir. Koşulları geçici bir süreliğine ılımlı hale getirip, kısa süre sonra temel sorun hallolmadığı için bizi yeniden sorunla, muhtemelen daha sert bir şekilde yüzleşmek zorunda bırakır.
Bu nedenle lütfen içinde bulunduğunuz duruma direnmeyi bırakın. İlk olarak durum ile ilgili beklentinizi bırakın. Var olan duruma uyum sağlayın. Bu durumu kabullenin. Bu durum içinde erdemli ve elinizden geldiğince bilgece yaşamaya başlayın. Kolay çözümler aramayın, kurtuluş aramayın. Kendinize şunu söyleyin: “Bu durumu besleyen koşullar tükeninceye kadar bu durum değişmeyecek.” Bu anlayışla bırakın bu durumu besleyen koşullar yavaş yavaş tükensin. Bu koşullar içinde yalnızca bir tanesi haricinde sizin kontrolünüzde olan herhangi bir koşulun var olmadığını anlayın. Sizin kontrolünüzde olan tek koşul, içinde bulunduğunuz duruma göstermeyi ya da göstermemeyi tercih ettiğiniz dirençtir. Kontrolü kendi elinizde olan bu tepkinin koşulların değişmesi üzerindeki etkisini tahmin bile edemezsiniz. Bu sebeple herhangi bir durumu kendinizi çaresizce yakalandığınız bir durum olarak görmeyi bırakın. Zorlu bir durumu, kendini besleyen besini tükendiğinde değişecek “geçici bir durum” olarak görün. Gerçek olan budur! Tüm sağduyunuz, mantığınız ve gücünüzle bu gerçeği görün. Bu gerçek ile uyumlu hareket edin.
Göreceksiniz, koşullar tahmin ettiğinizden çok daha kısa bir sürede değişecek.”