Bundan yaklaşık 12-13 sene önce üniversite sınavlarına hazırlanırken aklım çıkıyordu ya Boğaziçi olmazsa, ya İstanbul’a gelemezsem diye… Ayaklarım popoma vura vura koştuğum güzel şehir, ne oldu da senden koşar adım uzaklaşmak için can atmaya başladım? Hangi ara bu kadar sevgim köreldi sana… Büyük bir aşktan nasıl tarifi olmayan huzursuz bir duyguya döndü hissettiklerim, bilmiyorum.
En son ne zaman seni ‘gerçekten’ hissettim, hatırlamıyorum bile. En son ne zaman Bebek sahilde yürüdüm, Eminönü’nde boş boş gezdim ya da Taksim’de içmeye gittim, Adalar’da dolandım bilmiyorum, hatırlamıyorum. İşin ilginci bu konuda yalnız değilim; benimle beraber çevremdeki çoğu insan da hatırlamıyor bunları. Ne ara İstanbullular olarak şehrin efsanevi semtlerini, güzide yapılacaklar listesini yok ettik… Tek bildiğim nerede yesek sorusuna cevap aramak ve hafta sonları trafiğin olmadığı yolları, saatleri kovalamak (varsa tabii); insan kalabalığından, keşmekeşten kaçmak için buluşalım mı sorularına kahveyi en iyisi evde içelim demek. Çünkü, şehrin o buruk havası her yere sinmiş gibi.
Artık ruhunu hissedemediğim bu şehirde öyle derin bir mutsuzluk hakim ki sanki şehir bile bıkmış gibi her şeyden, en çok da kendinden. Bu bir mutsuzluk, umutsuzluk yazısı değil aslında (her ne kadar öyle görünüyor olsa da); kaybettiğim bir şeyi yeniden bulma, geçmişe dönme, o duyguları yeniden hissetme arzusu.
Ah, geçmiş! Tüm güzel anılarım sende mi saklı, geleceğe de bir şeyler bıraktın mı?
Birkaç gün önce ödüllük filmlere yakışır rüyalarla uyandım. Hepsi birbirinden alakasız ama bana göre fazlasıyla etkileyiciydi. Eşime anlatırken rüya günlüğü mü tutmaya başlasam dedim; tutma, geçmişe çapa atacağın bir şey daha olmasın dedi.
TA TAM! Nasıl yani? O söyledi geçti, konu kapandı. Ama bende hala açık… Geçmişe çapa atacağım bir şey daha… Hep geçmişe özlem duyduğumu bilir ve söylerdim ama geçmişte yaşadığımı fark etmemiştim. Bu cümle biraz sarsıcı oldu. Ama iyi de oldu. Çünkü dilimde, zihnimde hep geçmişin izleri hüküm sürüyordu. 3-5 yıl önce şunları yapardık, şuralara giderdik, akşamları Kilyosta Tırmata’ya kaçardık, hafta sonları Küçük Beyoğlu’nda yürürdük, kampüste boş yapardık, manzarada sohbet ederdik, dostlarla her hafta bir şeyler planlardık, onu yapardık, bunu yapardık, şöyleydi, böyleydi… Evet, hepsi oldu, hepsi bitti, şimdi yenilerini ekleme zamanı, eskilere dalıp gitme zamanı değil.
Mindfulness üzerine tez yazıp asla anda kalmayı başaramayan bir insan olarak umarım ki hala anı yakalamak için çok geç değildir. Güzel İstanbul, birbirimizi yeniden kucaklamak için ben üstüme düşeni yapmaya hazırım ama senin de çabalaman gerek.
Ver elini İstanbul gezelim senle şöyle bir
Anlatacaklarım var sana
Kulelerine ve çınarlarına
Yedi tepeli kadim dostum benim
Büyüksün bilirim
Öyleyse Özer Atik’in iç ısıtan şarkısı Ver Elini İstanbul, benim gibi kaybettiği İstanbul ruhunu yeniden bulmak isteyen herkese gelsin…
İlginizi çekebilir: İçimizde birikenleri boşaltma vakti: Dertlerinizi anlatın, yoksa büyürler