Birkaç gündür yeni yazımın konusu ile ilgili kafa yoruyordum. Fark ettim ki son iki yazımı ilişkiler üzerine yazmışım. Bu sebepten olsa gerek, bu sefer başka bir konu olsun istiyor, fakat düşüncelerimi nasıl anlatabileceğim ile ilgili kelimeleri bir türlü bulamıyordum.
Bu satırları yazmadan yalnızca birkaç dakika önce ise bir konu belirdi zihnimde, kadınlar, ilişkiler ve başarıları ile ilgili. Aslında tam olarak ne yazacağımı bilmiyor olsam da, şu an yalnızca hislerimi kelimelerle buluşturmak hedefim. Kısacası yazının sonunu ben de sizler gibi merakla beklemekteyim…
Amy Winehouse ile ilgili bir sayfa takip ediyorum Facebook’ta. Gencecik yaşta kaybettiğimiz efsanenin neredeyse her gün hiç görmediğim yepyeni fotoğrafları ile karşılaşıyorum.
Geçen haftaydı sanırım filmini sinemada izledim. Ah be kadın, hayatının da kariyerinin de çok başındaydın, değer miydi bir adam için be Amy? O çok meşhur on-off ilişkisini biliyordum bilmesine de, ekranda izleyince çok daha farklı hissettiğimi paylaşmak isterim. Bize bıraktığı tüm o şarkıların, benim deyimimle hazinelerin değerini bu sefer çok daha iyi anladım. Aslında hissettiğim tam da, ölümünü asla kabullenemeyeceğimiz bir sevdiğimizden kalan bir kibrit çöpüne bile itinayla bakarken hissettiklerimiz gibiydi…
Düşünsenize, başka bir hayatı seçseydi de, yıllar sonra bile yine hafızalara kazınacakken, o aşk acısına dayanamadı ve meşhur 27 kervanına katılarak belki de kolay yolu seçti ve müzik tarihine adını hiç silinmemek üzere yazdırdı. Hepimizi de o etkileyici sesinden, kaliteli müziğinden mahrum bıraktı…
Peki ya Frida’ya ne demeli? Onun da iki kez evlendiği, dünya çapında Meksikalı Michelangelo diye anılan Diego Rivera ile on-off ilişkisini kim bilmiyor ki? Birbirleriyle yaptıkları her iki evliliklerinde de aldatmalarla, patırtı gürültüyle dolu geçen yıllarda çektiği acıları bir çok kez paylaşan Frida Kahlo’nun ‘The Frame’ adlı eseri, uluslararası bir müze tarafından satın alınan ilk Meksikalı sanatçı çalışması olmuştu. Bazen aşk acısını, bazen geçirdiği hastalıkların verdiği fiziksel acılarını bastırmak adına kalemini ölüm döşeğinde bile bırakmadı ve kendisini sanata, komünizme ve elbette aşk(lar)ına adadı hep Frida…
Edie Sedgwick…
Yıllar önceydi, kim olduğunu bilmiyordum henüz ve hayatını anlatan Factory Girl adlı filmi izlemiştim. Hayran kalmıştım tarzına. Çok kişi bilmez Edie Sedgwick kimdir diye. Ama birçok kişi Andy Warhol ismini illaki duymuştur bir yerlerde. Bugün konumuz kadınlar olduğu için kendisinden çok bahsetmek istemesem de, Andy Warhol 1960’lı yıllarda kurduğu ’Factory’ isimli stüdyoda birçok star yaratmıştır. Ve Edie de bunlardan biriydi, belki de en başarılarındandı çünkü o Andy Warhol’un Superstar’ı olarak anılmaya başlamıştı. Aynı zamanda döneminin It Girl’ü olan Edie Sedgwick de aslında başarılarını bir kenara bırakıp belki de Bob Dylan’a olan ‘platonik’ aşkının acısıyla attı kendini uyuşturucu batağına.
Adeta bir devlet sırrı edasında, yıllardır gerçek mi yalan mı diye yazılıp çizilen bir rivayete göre, Bob Dylan ile birlikteyken hamile kalıp doktorların ısrarı ile bebeğini aldırması mı, çocukluğunda tüm ailesiyle birlikte evin babası ile yaşadıkları problemler mi, Andy’nin Superstar’ı iken bir anda Factory’den uzaklaş(tırıl)ması mı, yoksa bambaşka bir sebep miydi onu ölüme sürükleyen bilinmez. Ne yazık ki bilinen tek bir gerçek var, yalnızca 28 yaşındayken hayatını kaybetmiş olması.
Grace Kelly desem peki? Dünyanın gelmiş geçmiş en güzel kadınları listesinde kuşkusuz ilk sıralarda yer alan Grace Kelly gibi bir prenses mi olmak isterdiniz siz, yoksa kısa zamanda başarılarla doldurduğunuz kariyerinizi çok daha ilerilere götürmek mi olurdu hedefiniz?
Kendisine hayran bırakan, seksi ama aynı zamanda duru güzelliği olan Monaco Prensesi’nin iki cümlesi asla aklımdan çıkmıyor. Yazdıktan sonra sizler de nasıl bir hayatı olduğunu aşağı yukarı anlayacaksınızdır diye düşünüyorum.
“The idea of my life as a fairy tale is itself a fairy tale.”
“Hayatımın masal olduğuna inanmak da başarılı bir masaldır.” (Biyografisini yazan Donald Spoto’nun kitabındaki çeviri ile.)
Bir diğeri ise, birlikte katıldıkları bir davette (yanlış hatırlamıyorsam Prenses Diana’nın nişanıydı) kendisine “Hep böyle zor mu olacak?” diye soran Diana’ya bu daha ne ki gibi bir yanıt vermiş olmasıydı…
Lady Diana demişken onunla da ilgili birkaç satır yazmadan geçmek olmaz. Kendisine olan hayranlığımı önceki bir yazımda paylaşmıştım aslında. O kadar çok şey var ki Diana’yı Halkın Prensesi yapan… Yukarıda saydığım başarılarını kimseyle kıyaslayamayacağım 4 kadının aksine, o bir adamın arkasından gitmemişti, sanatını kariyerini onun gölgesinde inşa etmemişti. O kendini hayır işlerine ve iki oğluna adadı ve prenseslikten feragat edip Halkın Prensesi olmayı seçti. Ne yazık ki onu ise bizlerden paparazzi çılgınlığı aldı.
Bihter var birde tabii. Onunla ilgili tek söyleyebileceğim şey Firdevs’in ses tonuyla ‘Aptal’ olurdu herhalde…
Peki nedir bunca ve daha nice başarılı kadının erkeklerle olan bu ‘tutkulu’ ilişkisi? Nedir erkeklerin bizlerle alıp veremediği? Ya da nedir bizlerin erkeklerden tam olarak beklentisi? Var mı tüm bu soruların cevabı bir yerlerde? Ama öyle kişisel gelişim kitaplarındaki türden değil, harbi harbi bir cevap arıyorum ben, kendime, çevremdeki ve dünyadaki tüm kadınlara…
Hem kariyerinde harikalar yaratıp, hem de ilişkisinde başarılı olmak bu kadar zor olmamalı bir kadın için. Aşk acısından kimi hayatını, kimi kariyerini bitirmiş olan onca kadına soruyorum, değer miydi be güzelim? Değmez!
O zaman tüm kadınlara sesleniyorum, sanatınızı sırf acı çekerken yapmayın, kariyerinizde sırf aldatıldınız, terk edildiniz diye başarılı olmaya çalışmayın, sizi istemeyen bir erkek için ne hayatınızdan ne sevdiklerinizden ne de mutlu günlerden vazgeçin. Siz her şeyi kendiniz için yapın. Başarılı olmak istedikten sonra illa acı çekmenize gerek yok. Huzurlu insanların da başarılarla dolu hayatlar yaratabileceklerine inanmaktan vazgeçmeyin.
Sağlıkla, hoşlukla kalın.
İlginizi çekebilir: Aldatılmak üzerine: Aldatma, aslında nedir?