Merhaba, bir önceki yazımda insanlardan şefkat, sevgi, ilgi (caring) ve destek alabilmek için, hayatımızda kendimizi kahraman gibi hissetmek, takdir edilmek, saygı duyulmak için, başkalarının gözünde güçlü görünmek ve belki aferin almak için neler neler yaptığımızı, kendimize farkında olarak veya olmayarak nasıl zorluklar yaratıp o zorluklarla başa çıktığımızı ve hepsinin altında bu başta yazdığım duygusal beklentiler olduğunu anlatmıştım…
Bu sinsi bir bilinçaltı kaydıydı ve sinsi bir tilki gibi dolanıyordu içimizde… Ve yazı yayınlandıktan sonra o kadar çok mesaj ve telefon aldım ki!.. O kadar çok insanın içindeki bu sinsi varlıkla yüzleşebilecek cesaretinin olması, “Evet ben takdir edilmek için bir sürü yükü üzerime alıp yaşamla savaşıyorum” ya da “Evet ben ailemden ilgi almak için hastalandığımı fark ettim”, “Evet ben kendimi kahraman hissetmek için kendime zor koşulları oluşturuyorum, böyle daha rahat ediyorum. Yaşamım kolay olsaydı, mücadele etmeseydim kendimi değersiz hissederdim” gibi ifadelerle onu anlatabilmeleri beni bir hayli mutlu etti.
Bu tarz yüzleşmeler, yani önce kendini görmek ve onu olduğu gibi kabul etmek ve kendini suçlamadan nazikçe değiştirmeye niyet etmek kolay değildir. Fakat kendini bilme yolunda olanların buna cesareti vardır. Ve ben de buradan onlara, içlerinde taşıdıkları özü, onurlandırarak selamladığımı bildirmek istiyorum. Namaste kendine dönüp bakanlara ve onu saygıyla kabul edenlere!
Bu yazımda yazacağım şey ise, eğer duygusal anlamda güçlü olmak, kırılmaz olmak istiyorsak insanlardan duygusal olarak beklentisiz olmamız gerektiği üzerine. Yani özetle; evet, başkalarından sevgi beklemeden önce sen kendini sev! Başkalarından takdir beklemeden önce sen kendinle gurur duy! Sonra ister onlar bunu görsün, ister görmesin hiç umrunda olmuyor. Ve bu da seni duygusal olarak bağımsız hale getiriyor. İçeride özgür ve mutlu bir insan haline…
Bir önceki yazının bir ilerisinde yine hep beraber farkedelim ki, eğer gelişim psikolojisi açısından çocukluk dönemimiz (0-12 yaş) ve ergenlik dönemimiz (13-18) sona erdiyse, artık duygusal olarak başkalarından sevgi ve şefkat ile beslenme dönemimiz, başaklarının sevgi ve şefkatine muhtaç olma dönemimiz de sona ermiş olmalıdır. Ergenlik dönemi belki de bu yüzden bu kadar haşin geçmektedir. Çünkü kişi bu kendini tanıma ve kişiliğini oluşturma döneminde, ne yazık ki kendini daima başkalarının gözünden değerlendirme ve yargılama eğilimindedir. Yani onlar bana “değerlisin” derse ben değerli bir insanım, “değilsin” derlerse değersiz bir insanım. Kişi bu dönemde ya bu başkalarının söylediklerinden bağımsız olarak kendini tanıyıp, olduğu gibi severek özgürleşecek ya da yaralı bir yetişkin, dış faktörlere bağımlı (dışarıdan sevgi, ilgi, takdir ve kabul görmeye (onaylanmaya) bağımlı bir yetişkin haline gelecektir.
Kendi ergenliğime bakacak olursam içimde aynen böyle bir değersizlik hissiyle büyük bir savaş verdim. Ben de kendimi hep başkalarının gözünden gördüm. Daha sonra özgüven girdi işin içine. Sonra öz sevgi… Büyüdükçe özgürleştim…
Hikaye şöyle; Lise yıllarımda bir erkek arkadaşım olmuştu… Hayatımda ilk kez ona aşık olmuştum. Ve lisede sadece 1 ay benimle birlikte olduktan sonra, beni terk edip en yakın arkadaşlarımla sırayla çıkmaya başlamıştı. Okula gitmek ve onu görmek ve tabi yanında kendi kız arkadaşlarımı…, beni deli ediyordu. O süreçte o kadar çok ağladım, o kadar çok kendimden nefret ettim, çirkin olduğumu düşünüp üzüldüm ki size anlatamam… Savunma mekanizması olarak da haksızlığa uğradığımı, kandırıldığımı düşünüp bir şekilde Allah tarafından cezalandırılması gerektiğine inanıyordum. “Yani bu görebileceğiniz üst düzey bir kurban bilinci bakış açısıdır.” Kendi mutsuzluğunuz için başkalarını suçlamak…
Na var ki 2 yıl sonra bu kişi bana geri döndü ve “Dilek ben aslında hep seni sevdim ama gençlik işte ne yaparsın!?” deyip yeniden benimle birlikte olmak istedi. Bunun üzerine, ben de bu hülyalı cümlelerin tesirine kapılarak, (çünkü ne de olsa aşık olduğum, yara aldığım ve unutamadığım bu insan bana beni çok sevdiğini ve ömrünü benimle geçirmek istediğini söylüyordu, artık bırak kalbimi kırmayı elime bir kıymık bile batmasına izin vermeyeceğini söylüyordu, benim de bu sözleri duymaya ihtiyacım vardı, çünkü hala değerimi dışarıdan gelenle belirliyordum), kabul ettim. Bu durum beni çok değerli hissettirmişti. Ve böylece 6 yıllık sürecek yolculuğumuza başlamıştık.
Ve yine inanamazsınız ama ilişkim karşı tarafın kıskançlık krizleriyle geçiyordu. Beni sürekli kıskanıyor ve sürekli bir şeylerime engel koyuyordu. Üniversitenin bahar şenliğindeki konserlere katılmak, tiyatro kulübüne katılmak, akşam arkadaşlarla dışarı çıkmak ve dahası… Onun için hep ayrılık sebebiydi. Ben de buna anlam veremeyip “yapma” dediklerini yapıyor ama ardından göz yaşları ve yakıcı bir suçluluk duygusuyla beni affetmesi için ona yalvarıyordum. Çünkü sanki o söylemese ben sevgiye layık bir varlık olduğumu bilemeyecektim. Sanki o beni sevmezse, ben de kendimi sevemeyecektim !!! Sanırım tamı tamına 4 senem böyle, bu sevgiye, sevildiğimi duymaya bağımlılıkla geçti (buna sevgi denirse…). Bana her geri döndüğünde mutluydum, her ayrıldığında harap bitap…
VE EN NİHAYETİNDE, hakikaten kurtarıcı gibi gelen meditasyon ile bu saçmalıktan çekilip çıkartıldım. Meditasyon yapmaya başladığımda kendi içimde parlayan ve sonsuz güzellikte ve bolluk ve berekette, özenebileceğim en büyük ilham ve ihtişamda olan o ışık, -aman Tanrım!- tam da orada, benim içimde, benim merkezimde yanıyordu. Anladım, mutluluk dışarıdan gelene bağlı olduğu sürece hakikaten mutlu olamaz, yalnızca bir bağımlı olur insan.
Bunu sadece sevgi olarak değil, her şey olarak düşünmenizi istiyorum. Örneğin “param var mutluyum, param yok mutsuzum, o adam/kadın beni sevdi, mutluyum, sevmedi mutsuzum, istediğim şey oldu mutluyum, olmadı mutsuzum…” Hayır dışarıda hiçbir şey yokmuş, mutluluk tam orada benim içerimdeymiş. Artık hiç kimse ve hiçbir şey benim içsel mutluluğumu bozamazdı. Olan sadece olur ve insanlar sadece kendi kapasiteleri kadar konuşur, sever veya davranır. Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın ben içimdeki değeri görüp biliyorum. İşte insanı dışarıdan özgürleştiren buydu!
Artık bırak başkaları tarafından sevilmeye layık olup olmadığımı düşünmeyi, asıl ben, bizzat benim varoluşum sevginin ta kendisiydi. Bırak sevilmeye değer olduğumu bir başkasından duyma ihtiyacını, o an deli gibi bağırarak başkalarına ne kadar değerli ve sevilmeye layık olduklarını onlara ben haykırmak istiyordum. Sanki herkesin kendi içlerinde bu değeri görüp özgürleşmelerini istiyor gibiydim. Kendime aşık olmuştum ve meditasyonlarım ilerledikçe herkesin içindeki o ışığı da görmeye başladım ve fark ettim ki ben herkes kadar değerliydim… Biriciktim bir kere! Yine herkesin olduğu gibi… Bu dünyanın bana ihtiyacı vardı, yine her birimize olduğu gibi.
Çocukluk ve ergenlik döneminden sonra bu dışarıya bağımlılığın bitmiş olması gerektiğini söylemiştim. Evet, sadece bir şartla; eğer çocukluğunuzda size herkes gibi değerli olduğunuz, önemli olduğunuz, yetenekli olduğunuz, kendinizi sevmeniz, kendinize saygı duymanız, kendinize bir alan yaratıp ilişkilerinizde başkalarına karşı sınırlar koymanız doğru bir şekilde öğretilirse… Bir çocuğa bencil ve şımarık olması nasıl öğretiliyorsa, benci (yani yaşamımın merkezinde bir başkası değil ben olmalıyım diyebilmek), paylaşımcı olmak ve elindekiyle mutlu olması da öğretilebilir. Bir çocuğa hırçın olması nasıl öğretiliyorsa, kendini sevmesi ve mutlu olması da öğretilebilir.
Ancak bütün psikolojik sorunların sebebi zaten çocukluk döneminden, aile kaynaklı olmuyor mu? O yüzden rahat olun. Evet sizin aileniz de en az diğer bütün aileler gibi patolojikti ve size bunu, bunu henüz kendileri de bilemediği için , öğretemedi. Bazılarımız bazı duygusal bağımlılıklarını ergenlikte yaşadıkları zorluklarla çözdü, ama bazı bağımlılıklar kaldı… Takdir edilme gibi, onaylanma gibi… Ve bazılarımız 45- 50 yaşında hala bu bağımlılığın, bu beklentinin uğruna bir yaşam sürüyor.
Evet, burada bahsettiğim sevilmeyle ilgili bir bağımlılıktı, siz bunu takdir görmeye, onaylanmaya, onurlandırılmaya, destek görmeye, beğenilmeye, kabul edilmeye ve daha birçok şeye uyarlayıp çeşitlendirebilirsiniz. Bunların hepsi dışarıdan gelecek bir bildirimle hissetmeyi arzuladığımız duygulardır. Duygusal bağımlılıklarımızdır. Biz ne zaman insanlardan gelecek duygusal bağımlılıklarımızdan, beklentilerimizden vazgeçeriz, işte o zaman içimizdeki değerleri görmeye başlarız. Yani sen kendinle gurur duy, kendini sev. Duygusal olarak insanlardan, başkalarından beklentisiz olmak, özgürlüktür.
Bu konuyla ilgili sizle herkesin gözü önünde olan birinin hikayesini paylaşmak istiyorum. Çünkü onu hepiniz tanıyorsunuz ve duygusal beklentisizlik, kendini bilmek insanı nasıl özgür hissettiriyor onun suratına bakınca bunu her biriniz görüyorsunuz. Onu çılgınlar gibi eleştiriyor ama yine de işte tam olarak bu yüzden takip ediyorsunuz. O Şeyma Subaşı… Yakın zamanda kitabı çıktı ve şu an yine ağır eleştiri oklarının hedefinde…
Birçoğunuz Cüneyt Özdemir’in Şeyma Hanım’ın kitabını okuyarak dalga geçtiği videoyu izlemiştir. Kötü haber tez yayılır mı diyeyim, yoksa herkes başkalarını eleştirmekten epey haz alıyor mu diyeyim, bilemedim ama hemen önünüze düşüyor böyle videolar.
Videoda, Cüneyt Özdemir satır satır Şeyma Subaşı’nın yazdıklarını okuyor ve dalga geçer bir ifadeyle kahkahayı patlatıyor… Hayır anlayamıyorum, edebi bir eser mi olmasını bekliyordu? Eğer o videoyu siz de paylaştıysanız ya da siz de kahkahalarla güldüyseniz bu soru aynı zamanda size… Bir kitap yazdığı için Şeyma Subaşı, Şeyma Subaşı olarak kalamaz da bir anda Franz Kafka’ya mı dönüşmeliydi? Asıl ondan böyle bir şey yazmasını beklemek son derece gülünç değil mi? Neden insanların oldukları gibi olmalarına izin vermiyorsunuz, neden Şeyma Hanım’ı olduğu gibi kabul edemiyorsunuz? (Burada siz hitabını kullandım ancak bu davranışı sergilemeyenleri tenzih ederim.)
İşte her birimizin ergenliğinde seni kendin olmaktan korkutan insan davranışı tam da buydu! Dalga geçilmek, dışlanmak, onaylanmamak. Biz de bu yüzden kendimiz olamadık da şekilden şekile girdik ve şimdi de tüm gün “nasıl kendim olurum, nasıl kendimi severim, nasıl kendimi bulurum”la ilgili kitaplar okuyoruz. Bırakın elinizden kitapları da detaylarıyla Şeyma Subaşı’na bakın… Bence ona kahkaha atmak yerine, izin verin size kendin olmak ile ilgili yaşayan bir örnek olsun!
Şeyma Hanım kitabında ve Cüneyt Bey’in de dalga geçtiği kısımda “Herkesi mutlu edemezsin çünkü sen bir pizza dilimi değilsin!” diyordu. Espirili bir dille ne kadar da doğru söylemiş. Ve aslında Cüneyt bey de farkında olmadan dolayısıyla ironik bir şekilde tam da Şeyma Hanım’ın yazdığı bu sözleri doğrulamış. Bu durumda görünen o ki, Cüneyt Bey, Şeyma Hanım’dan her ne bekliyorduysa, Şeyma Hanım onun bu beklentisini karşılayamamış ve onu mutlu edememiş.
Şeyma Subaşı başkasının kriterlerine uygun bir yaşam yaşamak zorunda değil. Şeyma Subaşı, Cüneyt Özdemir’in kriterlerine uygun bir kitap yazmak zorunda da değil! Hiç kimse, kimsenin kriterlerine uygun bir hayat yaşamak zorunda değil, bırakın herkes kendisi gibi olmaya devam etsin. Bence Şeyma Hanım’ın içindeki çocuğa kahkahalarla gülmektense, biraz emek sarfedip, onu olduğu gibi kabul etme olgunluğunu göstermeliyiz. İnsan bu saygıya değer. Kimseyi sevmek zorunda değiliz elbet ama illa ki saygı duymalıyız! Biricikliğimizi (özgünlüğümüzü, orjinalliğimizi) değersizleştirmemeliyiz, ne kendimizin ne de bir başkasının !
Onu eleştirenler için söylüyorum, böylelikle belki siz de olduğunuz gibi kabul görmeye layık olduğunuzu hissedersiniz. Ne de olsa en büyük ahlak kurallarından biri şudur: Karşındaki insana daima sana davranılmasını istediğin gibi davran! Sen karşındakine olduğu kişi yüzünden saygı duymuyorsan, sen de kendin olduğun için eleştirilmekten korkarsın. Ve bu korkunu gizlemek için sürekli başkalarını eleştirir, böylece kendini gizlediğini düşünürsün. Ve neticede kendin olmaya cesaret edemediğin bir hayat yaşarsın.
Çok sevdiğim bir Kızılderili atasözü var; işte Şeyma Hanım tam olarak onu idrak etmiş durumda ve öyle yaşıyor: “Başkalarının seninle ilgili söyledikleri hiçbir zaman seninle ilgili değildir.” Onlar ancak kendileri ile ilgili konuşurlar. Kendi korkuları, kendi yetersizlikleri, kendi mutsuzlukları ile ilgili…
Bütün bunları lütfen, sakın aman sakın! Cüneyt Özdemir’i sevmediğim ya da Şeyma Hanım’ın bir fanı olduğum için söylediğimi düşünmeyin. Bu da komik olur. Vermek istediğim mesaj bu değil. İkisi de benim için kesinlikle çok değerli, başarılı ve gerekli insanlar. Şeyma Hanım’ın kitabını alıp okumadım, çünkü sıkı hayranı değilim, ne yazdıysa yazmıştır ve İyi de etmiştir. Merak edenler ve hayranlık duyanlar okusun. Şeyma Hanım’ı örnek vermemin sebebi, herkesin gözü önünde olması ve herkesin yakından tanımadığı bu genç kadınla ilgili bir fikri, hatta bir duygusu olması. Ve asıl bu dalga geçilme, tiye alınma olayı bana komik geldiği için söylüyorum bütün bunları. Hayır, beklentiniz Stefan Zweig’dı da içinden Şeyma Subaşı çıktı diye mi bu tavrınız. Beğenmezseniz okumazsınız ve olur biter… Mesela ben arabesk müzik sevmiyorum ve dinlemiyorum. Arabesk müzik açıp aman da ne komik yaw şuna bak demiyorum ! Basitçe onu dinlemiyorum! 🙂 Şeyma Subaşı, kendine özgün biri, O Şeyma Subaşı… Bırakın olduğu gibi olsun ve takip etmek isteyen takip etsin! Benim burada vermek istediğim mesaj; bırakın herkes olmak istediği gibi olsun. Bu dünyanın herkesin biricikliğine (özgünlüğüne) ihtiyacı var!
“Ben bu hayatı kimin için sürdürüyorum?” Sanırım sorulması gereken soru bu… Onlar sizin için ölecekler mi? Kimin hayatı sizinkinden daha değerli olabilir? Kimin nefesi diğerinden daha büyük, daha önemli veya güçlü? Hepimiz biricik varlıklarız. Artık kim olduğumuza uyanma zamanı! Olduğun kişiyi olduğu gibi görüp onu kucaklama zamanı, dünyanın senin biricikliğine ihtiyacı var, başkası gibi olmana değil, başkasının onayladığı gibi olmana değil, sana!
Eğer aynaya bakar bakmaz gördüğün şeyin hemen üzerine aslında nasıl olması gerektiğini düşünüyorsan o düşünceyi derhal bırak, şimdi bırak. Sen her nasılsan öyle çok güzelsin! Kendinle ilgili her ne düşünüyorsan ve hemen ardından nasıl biri olsan daha iyi olacağını düşünüyorsan, onu da derhal bırak, sen bu dünyaya olduğun halinle lazımsın. Herkes çalışkan, herkes başarılı, herkes güler yüzlü, herkes esprili, herkes gül çiçeği olmak zorunda değil, sen laleysen lale ol, sen çam ağacıysan öyle ol, sen kaktüssen kaktüs ol… Sana hiç kimse söylemese dahi çılgınlar gibi değerli olduğunu bil, biricik olduğunu ve bu özelliğinden dolayı varlığının su gibi değerli olduğunu bil. Bu dünya seni istiyor… Olduğun halini ifade etmeni… Kim ne derse desin, bırak başkalarının ne düşündüğünü, lütfen sen sadece kendin ol!
Sevgilerimle…
Siz de özünüzde olana yaklaşmak ve bu kurtuluşu hızlandırmak için Meditasyon öğrenmek isterseniz 17-18 ve 24-25 Ağustos günlerinde hafta sonu 2 gün boyunca, toplam 10 saat süren Meditasyon derslerime katılabilirsiniz.
Kayıt olmak veya detaylı bilgi almak için 0554 963 4286 ya da creatingground Instagram adresimden bana ulaşabilir, www.creatingground.com adresinden Meditasyon dersleri veya benim hakkımda bilgi alabilirsiniz.
İlginizi çekebilir: Kendine acımayı bırak: İçindeki güç ve ışık parlasın!