Her şeyi değersizleştirdik, heyecanlarımızı, gülümsemeleri, sevgiyi, bağlılığı, emeği, özeni… Aklınıza gelebilecek her duyguyu ve hali değersizleştirdik. Aşkı değersizleştirdik, özlemleri değersizleştirdik. Kendi kendimizin hislerine değer vermez olduk, sözlerimizi değersizleştirdik, kelimelerimizi…
Birisi için heyecan duymak “zayıflık, beklentiye girmek” oldu, birine özen göstermek “kendinden çok vermek” oldu, birini özlemek, istemek “yapmamamız gereken”, “kendine güvensiz”lik oldu.
Para, başarı sevmek negatif anlamıyla “hırslılık”, “açgzölülük, görgüsüzlük” oldu. Kendinden memnun olmak “övünmek, egolu olmak” oldu.
“Sevdiğini ilk sen söyleme!”
“Önce onlar sana gelsin.”
“Bak bakalım, o ne yapacak.”
“Sen kadınsın, sana … davranmak yakışır. Sen erkeksin, … davranmalısın!”
“Bırak onlar seni takdir etsin, onlar övsün.”
Aşkın, coşkun, taşkın olma hallerini unuttuk, bastırdık. Sanki olması gereken buymuş, doğalı buymuş gibi! Sonra da yaşamda motivasyon arayıp durduk.
Bulamayız, coşkun, aşkın halleri bastırarak, sürekli çağlayan olan yaşamın içinde olamayız. Kontrol edilemez duygulardan kaçarak, onları bir sisteme sokmaya çalışarak, yaşamı yaşayamayız!
Yaşam, yaşayabilenin tattığı bir şeydir. Her insan yaşamda görünse de, yaşamaz!
Yaşamak için, senin o akışın bir parçası olman gerek, yaşamla bir titreşimde, onun gibi aşkın, onun gibi çağlayan, onun gibi sıkıştıran, yok eden, var eden, dinginliğinde, coşkulu bir huzurda ılık ılık akan olmayı gerektirir.
Yoksa, yaşamın tornadosunda sürüklenen bir çakıl taşı olursun. Sürtündükçe yuvarlaklaşan, sivri köşelerini ve ağırlığını çarpışarak eriten ve en sonunda bir kuytuya sıkışıp kalan…
Çakıl taşının işini kolaylaştıralım, canının yanmasını, onun savrulmasını durduralım olmaz mı?
Kendimize, duygu ve düşüncelerimize dürüst olarak ve bu dürüstlüğümüzü paylaşarak yapalım bunu. Kendi fikrimizden, kendi yok ediciliğimizden, aşkınlığımızdan, taşkınlığımızdan korkmadan. Kısıtlamadan, olduğu gibi, tüm “gerçekliği” ile…
Savaşçı, bu gerçeklik içinde kalmak için çaba sarf ettiğinden savaşçıdır. Kendi gerçeğinin ardında, kılıcı elinde dört nala giden bir şövalye gibidir.
Sözleri, gönlü keskindir. Dili ile gönlü bir olduğunda zihni de keskinleşir. Önü açılır, fırtına diner, açık havada kendi mağrur duruşunu destekler ve onurlandırır. Çünkü bunu kendi yaratmıştır.
Bu apaçık gökyüzü onun eseridir. Kalbinin dile gelişiyle, oradaki dürüstlük ve net duruşla edinmiştir bunu. Kendini onurlandırmak hakkıdır.
Yaşadığımız her tür duygu, şimdiye kadar “duygular zayıflıktır” inancı altında basitleştirildi. Onyıllardır, yüzyıllardır… Ağlamak, gülmek, sevmek, öfkelenmek, hırslanmak, eğlenmek, kıskanmak, üzülmek… Bu duygu hallerine baktığınızda her biri için en basit sözleri sizler de duyuyor musunuz?
“Ağlama, kıskanma, üzülme, değmez.”
Her biri insan gelişimi için çok çok değerli duygulardır, araçlardır bunlar. Bu duyguları kapatınca, bastırınca doğal olarak o peşinden koştuğumuz, aşkın, coşkun duyguları da kapatıyoruz. Her şey zıttıyla mümkündür ki bir kutbu çıkarırsanız diğeri de yok olacaktır.
Ve elbette, sizi teselli etmek için söylenmiş olan “Üzülme”, “Bunda ağlanacak ne var?” vs. gibi cümleler orada hissettiğimiz duyguların “hissedilmemesi gereken” duygular olduğu bilgisiyle kaydedilir. Bu yüzden, birçok erkeğin “ağlamak” ile ilgili zihinsel bir sıkıntısı vardır veya sevgiye dair duygularını göstermekle ilgili. Bunlar öğrenilmiş bir duygu sınıflandırmasıdır. Kişiye has değil, topluma, kültüre, topluluğa hastır.
Bu durumda bireyin kendi olarak var olması, her zaman bir ayağı aksak bir şekilde olabilir ancak. Orijinal olması, varoluşun içinde ışıldaması, devamlılık göstermesi pek mümkün değildir.
Kısaca, duygularımızı oldukları halleri ile yaşama cesareti göstermek, bizleri yaşama dahil eder. Yaşamı yaşayabilmek için kendimize “duygularımızı yaşama izni” vermeliyiz. Sonucunda olanlar, olması muhtemel görünenlerden bağımsız olarak.
Bu da içimizdeki “kaşif” arketipini aktive etmek ve sonra onu “büyütmek, beslemek” ile olur.
Hissettiğimiz her şey bize ait ve bizim biricik parçalarımızdır. İtip kakmadan sahip çıkalım onlara. Bizim zenginliğimiz buradan gelir, hazinemiz o duyguların altındadır. Kendi hazinemize sahip çıkabilirsek, başkalarının hazinelerini de görebilir, onların hallerine de saygıyla, anlayarak bakabiliriz. Kim bilir belki aradığımız, o yaftaladıklarımızın içinde bir yerde gizlidir…
İlginizi çekebilir: Kadın ve erkek doğasını ne kadar iyi anlayabiliyoruz?