X

Düşünmenin ve hissetmenin dansı

Haddinden fazla entelektüelleşmenin, insanın kendi tutkularına karşı aşırı derecede yabancılaşmasının adına ataraksiya desek, sınırları zorlamış olur muyuz? Belki de oluruz çünkü bu kavram Stoacılar tarafından tedirginlikten uzak bir durumdayken kişide oluşan zihnin dinginliği olarak kullanılırdı. Kalıpların dışına doğru bir adım atıp, bu kavramı Stoacılar’dan farklı olarak, daha olumsuz bir şekilde; aşırı nesnellik, boyun eğmez bir kopukluk ve derin bir duyarlılık eksikliğinden oluşan, soyutlanmış bir zihinsel hastalığın adı olarak yorumlamak istiyorum. Belirtilerini kendimde sık sık yaşadığımdan onları basitçe özetleyebilirim;

  • zihnin sakinleşmesi
  • olaylardan nihilist bir şekilde etkilenmemek
  • bildiğini sanmanın durgunluğu içinde kaybolmak

Hastalık olarak da görebileceğimiz bu durumun doğasını anlamak için zeka (düşünme) ve duygu (hissetme) arasındaki ilişkiye ve bunların her birinin bilgiye ve iyiye nasıl katkıda bulunduğuna da bakmak gerekebilir.

Bilinçli, yavaş, metodik, indirgemeci, soyut ve kişinin gelecek üzerinde kontrol sahibi olmasını sağlayacak olan nesnel bilgiyi üretmek için tasarlanmış olan beyinlerimiz, kasıtlı olarak yürütülen bir zihinsel süreç oluşturur; başka bir deyişle sürekli olarak planlama yapar. Bu sürece genellikle ‘düşünme’ denir. Bir de kasıtsız bir şekilde, bilinçdışında kendiliğinden, hızlı, ilişkisel ve sezgisel olarak bilgi üretmek için tasarlanmış, içgüdüsel olarak yürütülen başka bir zihinsel süreç daha vardır. Bu sürece de genel olarak ‘hissetme’ denir. Düşünme, hissetmeyi genelde bir lanet olarak kabul eder. Zekanın (düşünme) kasıtlı kontrolünün merkezliği göz önüne alındığında, bu, duyguların sürekli olarak bastırıldığı sonucunu ortaya çıkarır -ki bu duruma bir tür hiperentelektüelleşme de diyebiliriz.-

Felsefede hiperentelektüelleşme örnekleri çoktur, örneğin madde teorileri nedeniyle ‘modern bilimin babası’ olarak adlandırılan Sokrates öncesi filozof Demokritos, duyusal deneyim yoluyla elde edilen bilgiyi doğası gereği hatalı bilgi olarak kabul ederek sadece saf aklı ‘meşru’ görür. Stoacılığın kurucusu sayılan Zenon da duygusuz zihni şöyle yüceltmiştir: “Kötü bir duygu, aklın akla ve doğaya aykırı bir çalkantısıdır.” Çok daha sonra, René Descartes’ın bilgiyle mücadelesi ufuk açıcı bir cümleyle hayatlarımıza girer; “Düşünüyorum öyleyse varım”-bu, “hissetmeyi” (“Hissediyorum öyleyse varım” örneğinde olduğu gibi) apaçık gerçekler alanından bariz bir şekilde dışlayan bir sonuçtur.- Spinoza’ya gelecek olursak sanırım bu konuyla ilgili en sert açıklamayı o yapmıştır. 1677 tarihli Etik kitabında şöyle yazar:

“Zeka olmadan rasyonel yaşam olmaz ve her şey, insanın zeka tarafından tanımlanan entelektüel hayattan keyif almasına yardımcı olduğu sürece iyidir. Tam tersine, insanın aklını mükemmelleştirmesini ve rasyonel hayattan zevk alma yeteneğini engelleyen her şey, yalnızca kötü olarak adlandırılır.’’

Modern felsefenin de duygulara şefkatle yaklaştığını söyleyemeyiz. Friedrich Nietzsche, ahlakın ‘yalnızca duygulanımların işaret dili’ olduğunu söyler ve ahlakın ve duygunun inkarını savunur.

Elbette bu tür hiperentelektüelleşmeye karşı felsefi tepkiler de olmuştur. 1700’lerin sonlarındaki Alman ‘Sturm und Drang’ (fırtına ve tahrik) hareketi, duyguların özgür ifadesini benimseyerek ‘Aydınlanma’nın rasyonel kısıtlamalarına karşı isyan etmiştir. Bu hareket, 1800’lerin başındaki Alman Karşı Aydınlanması’nı ve Romantizmi’ni doğurmuş; doğanın indirgemeci bilimsel rasyonalizasyonuna ve onun mekanik ürünü olan Sanayi Devrimi’ne karşı güçlü bir cevap olmuştur. Böylece Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau ve Walt Whitman tarafından desteklenen aşkıncılık (insan doğasının iyiliğine ve insan sezgisinin güvenilirliğine olan inancı temel alan akım) felsefi düşünceler ortaya çıkmaya başlar.

İnsan zihninin bu tür karşı formülasyonları, zihinsel dengeye yönelik tarihsel dürtüler olarak da görülebilir. Ancak çok da fazla yaygınlaştıklarını söyleyemeyiz.

İnsanlık hala zekasıyla derinden özdeşleşmek istiyor belki de sırf bu yüzden nörobilim çok popülerdir ve neredeyse tüm modern soruları yanıtlamak için görevlendirilmiştir. Zeka çağında yaşıyoruz ve onun teknolojik yan ürünlerine dalmış durumdayız. Bugün milyarlarca kişi teknolojik olarak yönetilen yiyeceklerle besleniyor, bilgisayarlı yaşam alanlarında yaşıyor, karmaşık makinelerle uzun mesafeler kat ediyor ve çevremiz ileri teknoloji ile donatılıyor.  İnsan teknolojisi, geceyi aydınlatarak, atmosferi değiştirerek ve ekim, madencilik, barajlar ve şehirler aracılığıyla toprağı yaşanabilir hale getirerek gezegeni derinden etkiliyor ve buna tabii ki devam da edilmeli. Sadece terazinin hep bu yanı ağır olduğundan insan bazen dengenin nasıl bulunacağı üzerine de yorum yapabilmeli. Baktığımızda insanlığın geleceğine dair olan analizlerin de büyük ölçüde entelektüel açıdan tasavvur edildiğini görüyoruz. Günümüzde kültürde popüler olan yapay zekayı düşünün, ancak yapay sezgiye dair pek de bir yoruma rast gelemiyoruz. Teknoloji girişimcisi olan Byron Reese, Infinite Progress (2013) adlı kitabında, zekanın insan yaşamının karşı karşıya olduğu nihai sorunu çözme yeteneğiyle ilgili olarak şöyle yazar:

“Teknoloji doğrusal bir şekilde değil, katlanarak büyüdüğü için, sadece birkaç yıl içinde yaşam tarzımızda dramatik gelişmeler göreceğiz… Ölümlülük sadece çözdüğümüz teknik bir sorun olabileceğinden, asla ölmeme ihtimaliniz gerçekten var.”

Bu fikirler insan zekasının sadece bedenlerimizden değil doğamızdan da kaçma kapasitesi olduğunu da ortaya çıkarıyor.

Zekanın gücü gerçekten de tüm bu başarılarla sergileniyor olsa da hiperentelektüelleşmemizin yarattığı hastalıkları bulmak için çok uzağa bakmaya gerek yok:

  • Kendimizi kavramsallaştırırken önyargımızı takip ederek insan doğasını biyolojik makinelere indirgedik. Bunu yaparak insanlığımızın değerini yok etmiş oluyoruz.
  • İnsan genomunu keyfi genetik ideallerin hizmetinde manipüle ediyoruz ve bu doğal olarak vahşi doğamızı unutmamızı ve çeşitliliğimiz olan zengin kaynağı sınırlamamızı da beraberinde getiriyor.
  • Teknoloji bizi içinde bulunduğumuz durumdan soyutlanmış bir gerçekliğe sürükledi. Dünyayla bağlantı kurmak adına, ironik bir şekilde hem ilişkilerimizden kopmamıza hem de mevcut durumumuzdan habersiz olmamıza neden olan minik, parlak ekranlar karşısında büyülenmiş bir şekilde dolaşıyoruz. Böyle bir soyutlamanın insan zihnini rahatsız ettiği açıktır.
  • Finansal kararları, insani sonuçlarından soyutladık. Yatırımlarımızın hem başkaları hem de dünyamız üzerindeki etkileri konusunda umursamazlaştık ve ekonomik kalkınmayı tehdit eden zehirli bir mali karışım yarattık.

Bunlardan daha fazlasını da yapıyoruz ve bu belki de zihnin çok fazla kontrol edilmesinden kaynaklanan bir delilik hali. İçinizde yoksa bile çevreniz bu delilik ile örülü…

Ataraksiyadan ve hiperentelektüelleşmeden özgürleşebilmek için zihnin vahşi yönlerini de kabul etmeliyiz. Dolayısıyla felsefenin zihnin vahşi alanlarıyla barışması ve ne çok içgüdüsel ne de çok rasyonel olan bir zihinsel denge bulmak için bu alanlarla akıl arasındaki çatışmayı basiretli bir şekilde yönetmesi gerekiyor. Belki de bilgelik böyle bir dengede bulunur. Ancak bunu yapmak için, felsefenin ilk önce insan farkındalığının evcilleştirilmemiş bölgelerine gitmesi, kadim, zamansız bir epistemolojiyi yeniden keşfetmesi gerekiyor. Yani felsefenin artık biraz daha duygusallaşması lazım…

Bizler de benliklerimizin vahşi doğasında daha cesurca gezinebilmeliyiz. Huzur dolu ve güvenli bulduğumuz maskelerimizin gerisindeki korkutucu, çelişkili, kirli ve acı dolu pek çok halimiz var ve hepsi de bize bizi anlatıyor. Aşırı rasyonelleştirici doğamız bizi bugüne kadar getirdi ama sizce bu yaklaşımımız bundan ötesine insanlığı daha ne kadar taşıyabilir? Hayatta kalabilmek ve gelişebilmek için bu soruya cevap bulmak dileğiyle…

Kaynaklar: John Clark/ The Healing of Philosophy, Wikipedia, Massimo/ Apatheia vs. Ataraxia

İlginizi çekebilir: ‘Neden bağımlılık’ değil, hangi acı?

Şerife Günaydın Karaköse: Yazar Şerife Günaydın Karaköse, 1980 Adana doğumlu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Çağ Üniversitesi Özel Kamu Hukuku Yüksek Lİsansı'nı bitirmekle hukuk dünyasına girdi ve avukatlık mesleğine de halen devam ediyor. "Three", "The Shadow House","Happiest Hour","Uzaya Kaçan Küpe" ve "Keyfi Yanılsamalar" isimli kitapları hem Amazon hem de Barnes and Noble da online olarak yayımlandı. Yazarın denemelerini aktardığı www.allbyourselves.blogspot.com adlı bir blogu mevcut; aynı zamanda @mind_index Instagram profilinde de sanattan bilime, felsefeden psikolojiye kadar pek çok konu hakkında da içerik üretiyor.

Aldığımız iki nefesten biri denizden: #MaviNefesProjesi

Denizler, gezegenimizin kalbinde atan en önemli yaşam kaynakları. Sadece tatil rotalarını ya da en şahane manzaraları süslemekle kalmayan bu su ve hayat kaynaklarımız, gezegenimizin dengesi ve canlı yaşamlarının devamı için de kritik bir rol sahibi. Çünkü, ihtiyaç duyduğumuz oksijenin yarısından fazlası denizlerden geliyor. Ancak, denizlerimizin karşı karşıya olduğu tehditler, ekosistemin geleceğini tehlikeye atıyor.



İklim değişikliği, çevre kirliliği, insan müdahaleleri, plastik atıklar, petrol sızıntıları veya müsilaj gibi pek çok faktör, denizleri kirletmekle kalmıyor geleceğimizi de adım adım yok etmeye başlıyor. Çünkü denizlerdeki kirlilik, hem denizdeki hem de karadaki canlı yaşamını tehdit ediyor ve ekosistemin dengesini bozarak gezegenimizin geleceğinden çalıyor.

Denizlerimizin ve gezegenimizin karşı karşıya olduğu tehditler karşısında sessiz kalmayan Garanti BBVA, DenizTemiz Derneği/TURMEPA iş birliğiyle sürdürdüğü Mavi Nefes Projesi ile bu yıl da denizlerimize, yani yaşam kaynağımıza, sahip çıkıyor. Mavi Nefes Projesi, başta plastikler olmak üzere deniz çöplerinin toplanmasına ve deniz ekosisteminin korunmasına katkı sağlıyor ve denizlerimizdeki oksijen kaynakları olan deniz çayırlarını ve mercanları çoğaltıyor.

“Dünyaya iyi bakıyoruz, geleceğe iyi bakıyoruz.”

“Dünyaya iyi bakıyoruz, geleceğe iyi bakıyoruz.” misyonuyla yola çıkan Garanti BBVA, DenizTemiz Derneği/ TURMEPA ile birlikte hem deniz kirliliğini azaltmak hem de denizlerdeki biyoçeşitliliği korumak ve deniz ekosistemini rehabilite etmek için uzun soluklu bilimsel koruma ve izleme çalışmaları yürütüyor.

Mavi Nefes Projesi kapsamında Eylül 2021-Haziran 2024 döneminde Marmara Denizi, Adrasan ve Van Gölü’nde yaklaşık 200 bin kişinin günlük üretimine eşit 230 ton katı ve sıvı atık toplandı, uygun olan atıkların geri dönüşüme kazandırılması içinse çalışmalar sürüyor.



Projenin eğitim ayağında ise deniz temizliği konusundaki farkındalığı artırmak amacıyla ortaokul öğrencilerine ve öğretmenlerine denizlerin önemi, deniz ekosisteminin korunması ve sürdürülebilir su kaynakları için bireysel sorumluluklar konularında eğitimler veriliyor. Mavi Nefes Eğitim Otobüsü ve çevrim içi eğitimlerle 3 yıl boyunca 8 ilde yaklaşık 80 bin öğrenciye ulaşıldığı biliniyor.

Bu başarılı iş birliği, hem denizlerimize hem de gezegenimize hayat verirken; temiz denizlerin, sağlıklı ve uzun ömürlü bir yaşamın temelini olduğunu da bir kez daha bizlere hatırlatıyor. Denizlerdeki deniz çayırlarını ve mercanları koruyup çoğaltmak için çalışmaların sürdürüldüğü Mavi Nefes Projesi sayesinde “aldığımız iki nefesten biri denizden” diyen Garanti BBVA, DenizTemiz Derneği/ TURMEPA ile tertemiz ve sağlıklı yarınların kapısını aralıyor. Bu başarılı iş birliğinden ilham alarak geleceğimizden çalmak yerine geleceğimizi korumak için çalışmak ve denizlerin yaşam kaynağımız olduğunu her an hatırlamak ve hatırlatmak, hepimizin yarınlarımıza yapacağımız en büyük yatırım.

*Bu yazı Garanti BBVA katkılarıyla hazırlanmıştır.



Orkid, “Sporla Güçlen” projesine verdiği destekle kız çocuklarının geleceğine ışık tutuyor

Bir kız çocuğu düşünün: Günün ilk ışıklarıyla birlikte koşuya çıkan, her sabah elinde topuyla antrenman yapan, büyük bir hevesle hem bedenini hem de zihnini beslemek için yıllarca gönül verdiği spor dalı uğruna çalışmaya devam eden ve uzun yıllar sonra gözlerinden ışıklar saçarak ilk kupasını milyonların önünde havaya kaldıran… Ne harika bir tablo, öyle değil mi?



Toplumun her köşesinde, binlerce kız çocuğu bu anı yaşamayı hak ediyor. Ancak, ne yazık ki birçoğu için spor; erişilmesi çok güç bir lüks, uzak bir hayal gibi kalıyor hayatları boyunca. Oysa spor, sağlığın, özgüvenin, azmin, başarının, kararlılığın, istikrarın temellerini atan, kız çocuklarının güçlü bireyler olarak yetişmesine katkı sağlayan en önemli araçlardan biri. Bu önemin farkında olan ve kız çocuklarını spor yoluyla güçlendirmek isteyen Orkid, Watsons iş birliği ile Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’nin (TMOK) Diyarbakır, Gaziantep ve Şanlıurfa’da yürüttüğü “Sporla Güçlen” projesine destek veriyor.

Geleceğe atılan adımlar: Kız çocukları, ‘sporla güçleniyor’

Türkiye’de kadınları ilk kez hijyenik pedle buluşturan P&G’nin kadın bakım markası Orkid, 45 yılı aşkın süredir dünyadaki tüm kadınların hayatını kolaylaştırmak, onları her alanda desteklemek için imza attığı çalışmalarına bir yenisini daha ekleyerek “Sporla Güçlen” projesiyle kız çocuklarının yanında oluyor.

Kız çocuklarına sporla yeni yollar açmayı ve kız çocuklarının geleceğini aydınlatmayı hedefleyen Orkid, yürüttüğü bu iş birliğiyle kız çocuklarının eğitim ve spor yaşamlarını desteklemeyi, onların fiziksel, zihinsel ve sosyal gelişimlerine katkı sağlamayı amaçlıyor. Kız çocuklarının hayatta karşılaşacakları tüm zorluklar karşısında çok daha güçlü durmalarını sağlayan, onların bütüncül gelişimini desteklerken duygusal dayanıklılık kazanmalarına da zemin hazırlayan sporun gücü, yadsınamayacak kadar fazla. Öyle ki; Orkid’in, İpsos ile Türkiye genelinde gerçekleştirdiği araştırmaya göre; ergenlik döneminde spor yapan kadınların %77’si, sporun bugün oldukları kişi olmalarına yardımcı olduğunu belirtiyor. Dahası, yapılan bu araştırmaya göre; ergenlik döneminde spor yapan kızlar, istedikleri kişi olmalarına yardımcı olabilecek özgüven ve becerileri sporla kazanıyor.

Buna rağmen genç kızların neredeyse yarısının düzenli spor yapmadığı sonucuna ulaşan Orkid, TMOK ve Watsons iş birliği ile kız çocuklarının sporla güçlenmesi için onların yanında yer alıyor. Kız çocuklarının hem eğitimlerine hem de spora devam etmelerine yönelik gerekli spor malzemelerinin temin edilmesini destekleyen Sporla Güçlen projesi ile Diyarbakır, Gaziantep ve Şanlıurfa’da bulunan okullardaki kız öğrenciler dönem boyunca badminton, basketbol ve voleybol dallarında eğitim alıyor.



Kadınların daha özgüvenli olmasını destekleyen ve spor ile olan bağlarını güçlendirmeye odaklanan bir marka olarak Orkid, hiçbir kız çocuğunun bu haklarından mahrum kalmaması için çalışıyor. Bu sayede geleceğin sağlıklı, özgüvenli, başarılı ve belki de milli sporcuları bugünden yetişmeye başlıyor. Gelecek nesillerin hayallerine ulaşmalarına yardımcı olmak için onların yanında olmaya ve onları cesaretlendirmeye devam eden Orkid, kız çocuklarına yeterli imkan sağlandıkça daha eşit ve aydınlık yarınların mümkün olduğuna inanıyor.

Kız çocuklarını genç yaşta sporla tanıştırarak onların kendi potansiyellerini keşfetmelerine olanak tanıyan bu projenin ve başta Orkid ile Watsons olmak üzere projenin tüm destekçilerinin ülkemize ve dünyaya ilham olması, kız çocuklarının ışıl ışıl bir geleceğe doğru çok daha emin adımlarla yürümesi hepimizin en büyük temennisi.

Güçlü kadınlar, güçlü yarınlar için, #SporlaGüçlen projesine destek veren Orkid ürünlerini Watsons’ta keşfetmek için tıklayın.

*Bu yazı Orkid katkılarıyla hazırlanmıştır.



Sofralarda sürdürülebilir şıklığın yeni adı: Porland Re-Gen

Doğaya olan etkimiz, her gün attığımız adımlarla yeniden şekilleniyor. Günlük yaşamımızda aldığımız kararlar, tüketim alışkanlıklarımız ve yaşam tarzımız, doğa üzerinde hiç silinmeyecek izler bırakıyor, üstelik bu izler günden güne daha da derinleşiyor. Ulaşım tercihlerimizden yeme-içme alışkanlıklarımıza, satın aldığımız ürünlerden şehir hatta ülke dışından verdiğimiz siparişlere kadar hayatımızın her alanında karşımıza çıkan bu etki, yani karbon ayak izimiz, aynı zamanda günlük yaşamda kullandığımız eşyalarla da yakından ilişkili. Ne yediğimiz, ne içtiğimiz kadar yediklerimizi-içtiklerimizi nasıl tükettiğimiz de karbon ayak izimiz üzerinde etki sahibi.



Bu durumun farkında olan ve çevre bilinciyle hareket eden Porland, kırık porselenleri yeniden hayata döndüren Re-Gen Koleksiyonu ile sürdürülebilirlik anlayışını bir adım daha ileriye taşıyor ve dünyada bir ilke imza atıyor. Dünyaya karşı sorumluluk ilkesini odağına alarak üretim süreçlerini yürüten Porland, bu yenilikçi adımıyla bize de gezegenimize olan sorumluluklarımızı bir kez daha hatırlatıyor. İklim krizine karşı geliştirdiği iş modeli sayesinde çevre dostu üretim ve sıfır atık felsefesini benimseyen vizyoner marka, Re-Gen Koleksiyonu ile hem sofraları iyi tasarımla buluşturuyor hem de daha sürdürülebilir bir dünya için yeni şanslar yaratıyor.

Kırık porselenlerden geleceğe: Daha sürdürülebilir bir dünya

Re-Gen ile artık kırık porselenler, sıradan bir atık olmaktan çıkıyor ve yeniden işlenerek hem doğaya hem insana hem de gezegenimize dost bir anlayışı temsil ediyor. Doğayla her şekilde uyumlu, sosyal açıdan faydalı, toplumsal olarak kapsayıcı ve kültürel bağlamda sürdürülebilir bir yaklaşımın öncüsü olan Re-Gen Koleksiyonu, ayrıca tamamen doğal bileşenlerle üretildiği için bakteri ve mikrop barındırmıyor. Dayanıklı ve uzun ömürlü olmasının yanı sıra sağlıklı bir kullanım deneyimi de sunuyor.

Böylece, koleksiyonda yer alan her bir parça sadece bir tabak ya da kupa olmaktan öte, doğaya saygılı ve sürdürülebilir bir yaşam döngüsünün parçası haline geliyor ve gezegenimize olan borcumuzu ödeme yolunda atılmış küçük ama etkili bir adımı simgeliyor.

Doğanın estetik yansıması, sofralara taşınıyor

Porselenin yeniden hayat bulduğu bu koleksiyon, Salda, Ontario, Birdsong ve One and Only isimli dört farklı tasarımdan oluşuyor ve ömürlük desen garantisiyle de zarafetini uzun yıllar koruyor. Re-Gen, sadece estetik açıdan harikalar sunmakla kalmıyor, aynı zamanda çevresel sorumluluğun mükemmel bir örneği olma misyonunu da üstlenerek döngüsel ekonomiye katkı sağlıyor.



Koleksiyonda yer alan her bir parça, doğanın izlerini üzerinde taşıyor. Doğanın sakinliğini, huzurunu, zarafetini yansıtan bu parçalar, sağlıklı, şık ve sürdürülebilir sofralar sunarken sadece bugünü değil, yarını da düşünerek hareket etmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Ve günlük hayatın içerisinde çoğu zaman fark etmediğimiz küçük tercihlerin bile ne kadar büyük öneme sahip olduğunu gösteriyor.

İlhamını doğadan alan Re-Gen Koleksiyonu’nun bir parçası olan Salda, Türkiye’nin güneydoğusunda bir volkanik krater gölü olan Salda’nın eşsiz kumsalını yansıtırken; Kanada’nın en güzel eyaletlerinden Ontario’nun masmavi göllerinden esinlenilerek yaratılan Ontario ise mavinin her tonunda derinleştirici bir etki sunuyor. Öte yandan, kuş seslerinin doğadaki varlığını temsil eden yaprak, çiçek ve kuş motifleriyle bezeli Birdsong ise huzur ve mutluluk duygularını sofralarda ön plana çıkarıyor. Gökyüzünün en ihtişamlı halini yansıtan One and Only tasarımları ise göz alıcı renkleriyle doğanın büyülü dokunuşlarını sofralara taşıyor. Karbon emilimini azaltma amacıyla tasarlanan ve güncel teknolojiler kullanılarak üretilen bu koleksiyon, porselen atıklarını sanatla buluştururken geleceğe de şekil veriyor.

Geçen bir yıldaki sürdürülebilirlik çalışmalarıyla 61 ton plastik, 169 ton kağıt, 80 ton ahşap, 80.800 ton su, 301 ton porseleni geri kazandıran Porland, bu sayede 735 ton CO2 emisyonunun engellenmesine öncülük etti. Sürdürülebilirliğe sağladığı katkılarla sektörün öncüsü olan ve ilklere imza atan Porland’ın ilham verici Re-Gen Koleksiyonu’nu daha yakından keşfetmek için hemen tıklayın.

*Bu yazı Porland katkılarıyla hazırlanmıştır.



“Türkiye’nin Kadın Girişimcisi Yarışması” için başvurular başladı

İnsanlığın varoluşundan bu yana kadınlar, toplumda pek çok ilham veren, güçlü roller üstlendi. Her ne kadar toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadınların mücadelesini her dönemde zorlaştırmış olsa da; günümüzde kadınlar iş hayatından siyasete, eğitimden medyaya toplumun pek çok alanında yer almaya, seslerini duyurmaya ve görünürlüklerini güçlendirmeye devam ediyorlar. Artık başarılı kadın hikayelerinin pek çok örneği var; özellikle de girişimcilik sektöründe.



Kadınlar girişimcilik dünyasına isimlerini altın harflerle yazdırmaya ve pek çok farklı sektörde muhteşem izlere imza atmaya devam ettikçe, kadın girişimcilerin hikayelerini paylaşmalarına aracı olacak pek çok etkinlik ve yarışma düzenleniyor. Böylelikle hem kadınların girişimcilik konusunda daha aktif olmalarına hem de ilham verici hikayelerini diğer kadınlarla paylaşmalarına olanak sağlanıyor. Bu yarışmaların ilki ve en köklülerinden biri de Türkiye’nin Kadın Girişimcisi Yarışması.

 “Türkiye’nin Kadın Girişimcisi Yarışması, kadın girişimcilerin çevrelerinde yarattığı farka ve faydaya da odaklanırken, girişimcilikteki başarısını Türkiye’ye duyuran kadınların başka kadınlara katkı sağlama konusundaki motivasyonlarını da artıyor. Kadın girişimcileri ve kooperatifleri, büyük bir heyecanla gerçekleşen jüri değerlendirmesi sonucu belirlediğimiz birincilerden biri olması için Türkiye’nin Kadın Girişimcisi Yarışması’na başvurmaya davet ediyoruz.” – Garanti BBVA Genel Müdür Yardımcısı Sibel Kaya

Garanti BBVA, Ekonomist Dergisi ve KAGİDER iş birliğiyle: Türkiye’nin Kadın Girişimcisi Yarışması

Türkiye’de, kadın girişimcilere yönelik çeşitli çalışmalar yürüten ilk özel banka olan Garanti BBVA, girişimcilik konusuna büyük önem veren, konuyu sayfalarına taşıyan Ekonomist Dergisi ve Türkiye’de kadın girişimciliği ve liderliğini geliştirmeyi hedefleyen sivil toplum örgütü KAGİDER’in iş birliğiyle 2006 yılından bu yana kesintisiz olarak gerçekleşen Türkiye’nin Kadın Girişimcisi Yarışması” bu yıl 18. kez düzenleniyor.

Yarışmada başvurular, Türkiye’nin Kadın Girişimcisi, Türkiye’nin Teknolojide Gelecek Vadeden Kadın Girişimcisi, Türkiye’nin Yöresinde Sürdürülebilir Fark Yaratan Kadın Girişimcisi, Türkiye’nin Kadın Sosyal Etki Girişimcisi ve Türkiye’nin Kadın Kooperatifi olmak üzere 5 kategoride değerlendiriliyor.



Yarışmanın kazananları ise Şubat ayında yapılacak olan ödül töreni ile açıklanacak. “Türkiye’nin Kadın Girişimcisi” ödülünü alacak girişimci 250.000 TL, “Türkiye’nin Yöresinde Sürdürülebilir Fark Yaratan Kadın Girişimcisi”, “Türkiye’nin Teknolojide Gelecek Vadeden Kadın Girişimcisi”, “Türkiye’nin Kadın Sosyal Etki Girişimcisi” ve “Türkiye’nin Kadın Kooperatifi” kategorilerinin birincileri ise 200 biner TL’lik ödülün sahibi olacak.

“Kadın girişimciliğinin sürdürülebilir kalkınmaya olan etkisini görmek ve bu başarıları ödüllendirmek bizim için büyük bir mutluluk. Kadın girişimcilerin ekonomiye kazandırdığı değer, ülkemizin geleceği için büyük önem taşıyor. Yarışmaya katılacak tüm kadınlara başarılar diliyorum. Hep birlikte, kadınların gücünü daha da ileriye taşıyacağız.” – KAGİDER Yönetim Kurulu Başkanı Esra Bezircioğlu

2025 yılının kadın girişimcisi siz olabilirsiniz

Hikayenizle tüm kadınlara ilham olmak ve başarılarınızı tüm Türkiye’ye duyurmak istiyorsanız; 15 Kadım 2024 tarihine kadar www.garantibbvakadingirisimci.com adresindeki formu doldurarak yarışmaya başvurabilirsiniz.

“Türkiye’de kadının ekosisteme katkısını daha da artırmayı, girişimci kadınları cesaretlendirmeyi amaçladığımız bu yarışma önemli bir aşama kaydetti. 17 yılda 45 bin başvuru olmamız, yıllar içinde kategori sayısının bir iken geçen yıl itibarıyla beşe çıkması çok kıymetli. Ekonomist dergisi, Garanti BBVA ve KAGİDER olarak kadın girişimcilerimizi yarışmamıza davet ediyoruz.” –Ekonomist Dergisi Yayın Yönetmeni Talip Yılmaz



İlgili Makale