Haddinden fazla entelektüelleşmenin, insanın kendi tutkularına karşı aşırı derecede yabancılaşmasının adına ataraksiya desek, sınırları zorlamış olur muyuz? Belki de oluruz çünkü bu kavram Stoacılar tarafından tedirginlikten uzak bir durumdayken kişide oluşan zihnin dinginliği olarak kullanılırdı. Kalıpların dışına doğru bir adım atıp, bu kavramı Stoacılar’dan farklı olarak, daha olumsuz bir şekilde; aşırı nesnellik, boyun eğmez bir kopukluk ve derin bir duyarlılık eksikliğinden oluşan, soyutlanmış bir zihinsel hastalığın adı olarak yorumlamak istiyorum. Belirtilerini kendimde sık sık yaşadığımdan onları basitçe özetleyebilirim;
- zihnin sakinleşmesi
- olaylardan nihilist bir şekilde etkilenmemek
- bildiğini sanmanın durgunluğu içinde kaybolmak
Hastalık olarak da görebileceğimiz bu durumun doğasını anlamak için zeka (düşünme) ve duygu (hissetme) arasındaki ilişkiye ve bunların her birinin bilgiye ve iyiye nasıl katkıda bulunduğuna da bakmak gerekebilir.
Bilinçli, yavaş, metodik, indirgemeci, soyut ve kişinin gelecek üzerinde kontrol sahibi olmasını sağlayacak olan nesnel bilgiyi üretmek için tasarlanmış olan beyinlerimiz, kasıtlı olarak yürütülen bir zihinsel süreç oluşturur; başka bir deyişle sürekli olarak planlama yapar. Bu sürece genellikle ‘düşünme’ denir. Bir de kasıtsız bir şekilde, bilinçdışında kendiliğinden, hızlı, ilişkisel ve sezgisel olarak bilgi üretmek için tasarlanmış, içgüdüsel olarak yürütülen başka bir zihinsel süreç daha vardır. Bu sürece de genel olarak ‘hissetme’ denir. Düşünme, hissetmeyi genelde bir lanet olarak kabul eder. Zekanın (düşünme) kasıtlı kontrolünün merkezliği göz önüne alındığında, bu, duyguların sürekli olarak bastırıldığı sonucunu ortaya çıkarır -ki bu duruma bir tür hiperentelektüelleşme de diyebiliriz.-
Felsefede hiperentelektüelleşme örnekleri çoktur, örneğin madde teorileri nedeniyle ‘modern bilimin babası’ olarak adlandırılan Sokrates öncesi filozof Demokritos, duyusal deneyim yoluyla elde edilen bilgiyi doğası gereği hatalı bilgi olarak kabul ederek sadece saf aklı ‘meşru’ görür. Stoacılığın kurucusu sayılan Zenon da duygusuz zihni şöyle yüceltmiştir: “Kötü bir duygu, aklın akla ve doğaya aykırı bir çalkantısıdır.” Çok daha sonra, René Descartes’ın bilgiyle mücadelesi ufuk açıcı bir cümleyle hayatlarımıza girer; “Düşünüyorum öyleyse varım”-bu, “hissetmeyi” (“Hissediyorum öyleyse varım” örneğinde olduğu gibi) apaçık gerçekler alanından bariz bir şekilde dışlayan bir sonuçtur.- Spinoza’ya gelecek olursak sanırım bu konuyla ilgili en sert açıklamayı o yapmıştır. 1677 tarihli Etik kitabında şöyle yazar:
“Zeka olmadan rasyonel yaşam olmaz ve her şey, insanın zeka tarafından tanımlanan entelektüel hayattan keyif almasına yardımcı olduğu sürece iyidir. Tam tersine, insanın aklını mükemmelleştirmesini ve rasyonel hayattan zevk alma yeteneğini engelleyen her şey, yalnızca kötü olarak adlandırılır.’’
Modern felsefenin de duygulara şefkatle yaklaştığını söyleyemeyiz. Friedrich Nietzsche, ahlakın ‘yalnızca duygulanımların işaret dili’ olduğunu söyler ve ahlakın ve duygunun inkarını savunur.
Elbette bu tür hiperentelektüelleşmeye karşı felsefi tepkiler de olmuştur. 1700’lerin sonlarındaki Alman ‘Sturm und Drang’ (fırtına ve tahrik) hareketi, duyguların özgür ifadesini benimseyerek ‘Aydınlanma’nın rasyonel kısıtlamalarına karşı isyan etmiştir. Bu hareket, 1800’lerin başındaki Alman Karşı Aydınlanması’nı ve Romantizmi’ni doğurmuş; doğanın indirgemeci bilimsel rasyonalizasyonuna ve onun mekanik ürünü olan Sanayi Devrimi’ne karşı güçlü bir cevap olmuştur. Böylece Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau ve Walt Whitman tarafından desteklenen aşkıncılık (insan doğasının iyiliğine ve insan sezgisinin güvenilirliğine olan inancı temel alan akım) felsefi düşünceler ortaya çıkmaya başlar.
İnsan zihninin bu tür karşı formülasyonları, zihinsel dengeye yönelik tarihsel dürtüler olarak da görülebilir. Ancak çok da fazla yaygınlaştıklarını söyleyemeyiz.
İnsanlık hala zekasıyla derinden özdeşleşmek istiyor belki de sırf bu yüzden nörobilim çok popülerdir ve neredeyse tüm modern soruları yanıtlamak için görevlendirilmiştir. Zeka çağında yaşıyoruz ve onun teknolojik yan ürünlerine dalmış durumdayız. Bugün milyarlarca kişi teknolojik olarak yönetilen yiyeceklerle besleniyor, bilgisayarlı yaşam alanlarında yaşıyor, karmaşık makinelerle uzun mesafeler kat ediyor ve çevremiz ileri teknoloji ile donatılıyor. İnsan teknolojisi, geceyi aydınlatarak, atmosferi değiştirerek ve ekim, madencilik, barajlar ve şehirler aracılığıyla toprağı yaşanabilir hale getirerek gezegeni derinden etkiliyor ve buna tabii ki devam da edilmeli. Sadece terazinin hep bu yanı ağır olduğundan insan bazen dengenin nasıl bulunacağı üzerine de yorum yapabilmeli. Baktığımızda insanlığın geleceğine dair olan analizlerin de büyük ölçüde entelektüel açıdan tasavvur edildiğini görüyoruz. Günümüzde kültürde popüler olan yapay zekayı düşünün, ancak yapay sezgiye dair pek de bir yoruma rast gelemiyoruz. Teknoloji girişimcisi olan Byron Reese, Infinite Progress (2013) adlı kitabında, zekanın insan yaşamının karşı karşıya olduğu nihai sorunu çözme yeteneğiyle ilgili olarak şöyle yazar:
“Teknoloji doğrusal bir şekilde değil, katlanarak büyüdüğü için, sadece birkaç yıl içinde yaşam tarzımızda dramatik gelişmeler göreceğiz… Ölümlülük sadece çözdüğümüz teknik bir sorun olabileceğinden, asla ölmeme ihtimaliniz gerçekten var.”
Bu fikirler insan zekasının sadece bedenlerimizden değil doğamızdan da kaçma kapasitesi olduğunu da ortaya çıkarıyor.
Zekanın gücü gerçekten de tüm bu başarılarla sergileniyor olsa da hiperentelektüelleşmemizin yarattığı hastalıkları bulmak için çok uzağa bakmaya gerek yok:
- Kendimizi kavramsallaştırırken önyargımızı takip ederek insan doğasını biyolojik makinelere indirgedik. Bunu yaparak insanlığımızın değerini yok etmiş oluyoruz.
- İnsan genomunu keyfi genetik ideallerin hizmetinde manipüle ediyoruz ve bu doğal olarak vahşi doğamızı unutmamızı ve çeşitliliğimiz olan zengin kaynağı sınırlamamızı da beraberinde getiriyor.
- Teknoloji bizi içinde bulunduğumuz durumdan soyutlanmış bir gerçekliğe sürükledi. Dünyayla bağlantı kurmak adına, ironik bir şekilde hem ilişkilerimizden kopmamıza hem de mevcut durumumuzdan habersiz olmamıza neden olan minik, parlak ekranlar karşısında büyülenmiş bir şekilde dolaşıyoruz. Böyle bir soyutlamanın insan zihnini rahatsız ettiği açıktır.
- Finansal kararları, insani sonuçlarından soyutladık. Yatırımlarımızın hem başkaları hem de dünyamız üzerindeki etkileri konusunda umursamazlaştık ve ekonomik kalkınmayı tehdit eden zehirli bir mali karışım yarattık.
Bunlardan daha fazlasını da yapıyoruz ve bu belki de zihnin çok fazla kontrol edilmesinden kaynaklanan bir delilik hali. İçinizde yoksa bile çevreniz bu delilik ile örülü…
Ataraksiyadan ve hiperentelektüelleşmeden özgürleşebilmek için zihnin vahşi yönlerini de kabul etmeliyiz. Dolayısıyla felsefenin zihnin vahşi alanlarıyla barışması ve ne çok içgüdüsel ne de çok rasyonel olan bir zihinsel denge bulmak için bu alanlarla akıl arasındaki çatışmayı basiretli bir şekilde yönetmesi gerekiyor. Belki de bilgelik böyle bir dengede bulunur. Ancak bunu yapmak için, felsefenin ilk önce insan farkındalığının evcilleştirilmemiş bölgelerine gitmesi, kadim, zamansız bir epistemolojiyi yeniden keşfetmesi gerekiyor. Yani felsefenin artık biraz daha duygusallaşması lazım…
Bizler de benliklerimizin vahşi doğasında daha cesurca gezinebilmeliyiz. Huzur dolu ve güvenli bulduğumuz maskelerimizin gerisindeki korkutucu, çelişkili, kirli ve acı dolu pek çok halimiz var ve hepsi de bize bizi anlatıyor. Aşırı rasyonelleştirici doğamız bizi bugüne kadar getirdi ama sizce bu yaklaşımımız bundan ötesine insanlığı daha ne kadar taşıyabilir? Hayatta kalabilmek ve gelişebilmek için bu soruya cevap bulmak dileğiyle…
Kaynaklar: John Clark/ The Healing of Philosophy, Wikipedia, Massimo/ Apatheia vs. Ataraxia
İlginizi çekebilir: ‘Neden bağımlılık’ değil, hangi acı?‘