Bu adada yol ve elektrik yok. Araç da yok. Eşekler var. Sabah erken saatlerde göl kenarında duruyor, yüklerini sırtlanıyor, tepeye çıkarıyorlar. Sonra iniyorlar, tekrar yükleniyorlar, tekrar çıkarıyorlar. Bütün günleri böyle geçiyor. Bir de yıldızlar var, ay var, ayın doğuşu, güneşin batışı var.
“Sınırdan bir şey beklemeyin. Toprak bir yol, kenarda derme çatma bir yapı. Pasaport kontrolleri orada yapılıyor,” diyor arkadaşımız bizi Calca’dan Titicaca Gölü’ne doğru uğurlarken ve ekliyor: “Hızlı ilerliyor, hemen damgayı basıyorlar.”
Gerçekten dediği gibi oluyor. Puno’dan bindiğimiz otobüs Bolivya sınırına geliyor ve şu anons yapılıyor otobüsten: “Burada Peru’dan çıkışınızı yaptıracaksınız. Ardından yürüyerek diğer tarafa geçeceksiniz. Orada da Bolivya’ya giriş yapacaksınız. Otobüs sizi Bolivya tarafında bekleyecek.” Peru çıkışı için kuyruğa giriyoruz. Biraz sıra var. Yaklaşık iki otobüs dolusu insan. Ortalardayız biz. Çok beklemiyoruz. Pasaportumuza Peru’dan çıkış damgası basılıyor. Bolivya girişi için toprak yoldan yürüyoruz. Anonsta söylendiği gibi.
Yol kenarında futbol sahası var. Çocuklar maç yapıyor. Perulular futbolu çok seviyor. Buldukları her boşluğa hemen bir saha yerleştiriyorlar.
“Buraya bile saha yapmışlar.”
“Evet, hangi ülkeye ait acaba?”
“Bilmem…”
Bir yandan önümüzdekileri takip ederek ilerliyor, bir yandan sohbetimize devam ediyoruz.
“Şimdi bizim çantalara bakmayacaklar mı yani?”
“Öyle görünüyor.”
“O halde istediğimiz her şeyi geçirebiliriz sınırdan.”
“Evet…”
Sınıra varıyoruz. Yine sıraya giriyoruz. Bu sefer daha öndeyiz. Yolda fotoğraf çekmekle oyalananlar vardı. Onları geçtik. Sıra hemen bize geliyor. Bolivya’ya giriş damgası basılıyor pasaportumuza. Otuz günlük. Bizse sadece beş gece kalacağız burada. Otobüsün yanına gidiyoruz. Kapısı kapalı. Herkesin işlemi bitene kadar açmayacaklar sanırım. İşimizi halletmiş olmanın rahatlığıyla bekliyoruz. Yolun karşısından el arabasıyla taşınan bir sürü bagaj geçiyor.
“Acaba?” diyorum kendi kendime. “Ama imkansız. Adamların x-ray’i bile yok. Bunca valizi elleriyle tek tek arayacak değiller. Çok uzun sürer.”
Pasaport kontrolleri bittikten sonra otobüsün kapısı açılıyor. Yerlerimize geçiyoruz. Muavin kontrolünü yapıyor, herkesin araçta olduğuna emin oluyor ve yola devam ediyoruz.
“Gerçekten çok kolaymış.”
“Böylesi daha iyi…”
“Peki ama neden böyle acaba?”
“Ben de anlam veremedim… Boşver, bunu sorgulamasak da olur bence.”
“Sorgulamaktan değil de, merak ettim.”
Bunları konuşuyoruz otobüs Copacabhana’ya doğru ilerlerken.
On beş dakika sonra yeni bir anons yapılıyor. “Tura dahil olanlar burada iniyor.” Koreliler var otobüste. Turla gelmişler. Onlar iniyor, biz beş dakika daha devam ediyoruz yolculuğumuza. Camdan bakıyorum. Solda Titicaca Gölü boylu boyunca uzanıyor. Üstünde tekneler, deniz bisikletleri, kanolar. Sağ taraftaysa bir sürü kafe. Çoğunu Gringolar işletiyor. Arkadaşımız bunu da söylemişti bizi uğurlarken. Hoşumuza gidiyor bu durum. Dil konusunda sıkıntı yaşamayacağız demek ki. Otobüs acentenin önünde duruyor, iniyoruz. Copacabhana’da kalma niyetimiz yok. Hemen Isla Del Sol’a geçeceğiz. Acenteden sahile doğru giderken sürekli yolumuzu kesiyorlar. Kimisi kafelerinde oturup bir şeyler yiyip içmemiz için, kimisi Isla Del Sol’a bilet satmak için. Otomatiğe bağlamış bir şekilde, “Gracias (Teşekkür ederim),” diyoruz her birine. Sadece tekne saatleriyle ilgileniyoruz. Yine biri sesleniyor.
“Isla Del Sol, Isla Del Luna…”
“Quento es?”
“20 soles.”
Düşünüyoruz. Acaba her yerde aynı mı fiyatlar?
“Fiyatlar her yerde aynı,” diyor adam ne düşündüğümüzü anlamış gibi.
“Saat kaçta var?”
“13:30’da…”
“Tamam,” diyoruz ve biletimizi alıyoruz.
“Çantalarımızı buraya bırakabilir miyiz?”
“Tabii, şu köşeye koyabilirsiniz. 13:15’te burada olun.”
“Peki…”
Tekne için epey zamanımız var. Yani şimdilik öyle sanıyoruz. Önce sahilde biraz yürüyoruz. Bolivyalıların işlettiği yerel lokantalar görmüştük otobüsle geçerken, onlara bakıyoruz. Sonra bir şeyler içmek için sahil kenarında bir kafeye oturuyoruz. Gözüm telefonun saatine takılıyor. 12:45. Bolivya, Peru’dan bir saat ileride. Meğer çok zamanımız yokmuş. Çaylarımızı içiyor ve kalkıyoruz. Acenteye doğru yürürken yine yolumuzu kesiyorlar ellerinde mönülerle. Buralarda böyle. Yerel halk da, Gringolar da, ya sizi görünce seslenirler “Trucha, Sopa De Quinoa, “ diye, ya broşür ile yanınıza yaklaşırlar ve “massage,” derler ya da ellerindeki kolyeleri, bileklikleri satmaya çalışırlar. Aynı sokaktan beş dakika içinde onlarca kez geçseniz de durum değişmez. Artık simanızı tanısalar ve onlara para kazandırmayacağınızı bilseler bile hep yanınıza gelirler. Siz de her seferinde teşekkür edersiniz içten bir gülümsemeyle.
İki saat sürüyor Copacabhana’dan Isla Del Sol’a (Güneş Adası) ulaşmamız. İskeleye iner inmez Aymaralı biri karşımıza çıkıyor. Elinde makbuzu, başında fötr şapkasıyla.
“Geçmek için ödeme yapmanız gerekiyor,”
“Neden?”
“Komuniteye giriş parası.”
Önce karşı çıkıyoruz. Çok saçma geliyor adaya girebilmek için para vermek zorunda olmak. Adam İspanyolca bir şeyler söylüyor. Dediklerini kelimesi kelimesine anlamasak da biliyoruz ki ödeme yapmamızı bekliyor.
“Adayı gezebilmek için neden para vermemiz gerekiyor?”
“Çünkü adayı gezebilmek için para vermeniz gerekiyor.”
Daha fazla üstelemiyoruz. Parayı veriyor, makbuzu alıyor ve geçiyoruz.
Isla Del Sol’da iki tane komunite var. Teknelerin yanaştığı ve bizim kaldığımız Yumani Komunitesi. Komuniteler birbirleriyle kavgalı. Gringoları pek sevmiyorlar. Hatta duyduğumuza göre diğeri Gringoları hiç kabul etmiyormuş.
İskeleye yakın bir yere yerleşiyor ve hemen dışarı çıkıyoruz. Bu adada araba, motosiklet, bisiklet vs. yok. Sadece eşekler var. Onlar da yük taşımak için kullanılıyor. Adaya gelen turisti yukarıya çıkarmak için değil. Yani tek ulaşım yolu yürümek. Yollar irili ufaklı düzensiz taşlardan oluşuyor. Taşların bazıları sağlam ve hareketsiz dururken, bazılarına bastığınızda ayağınızın altından kayıp gidebiliyor. Düz yol pek yok.Genelde hem yokuş, hem dönemeçli. Karşınıza her an eşekler çıkabilir. Yukarı çıkanlar sırtlarında yükleriyle, aşağıya inenlerse yüksüz, rahat. Onlar yollarını değiştirmediklerinden, eğer yol darsa kenara çekilip kendilerine yol vermelisiniz. Üstelik yol boyunca bir sürü eşek pisliği var. Bu yüzden yürürken bastığınız yere dikkat etmeniz gerekiyor. Böyle bir yolda, eşek pisliklerine basmadan yürümeye çalışmaksa şekilden şekle girmek anlamına geliyor. 4000 metre irtifalı adada çıkışlar yorucu, inişlerse biraz daha rahat. Herkes için böyle. Yerel halk için de, turistler için de, eşekler için de…
Güneş Adası’nda olduğumuza göre, buraya gelen herkesin ilk aklına geleni yapacağız Adanın tepesine çıkıp günbatımını izleyeceğiz. Biraz hislerimizi biraz da nispeten daha kolay görünen yolları takip ederek ilerliyoruz. Tabii ki bol bol mola vererek. Hava yağmurlu. Yerler çamurlu ve taşlar biraz kaygan. Buralarda ne zaman güneş açacağı ne zaman yağmur yağacağı belli olmuyor. Sıcağı çok sıcak, soğuğuysa çok soğuk. Bu nedenle hep dört mevsim kıyafetle gezmek gerekiyor.
Adanın en tepesine ulaştık. Güneş karşımızda. Tahminimize göre batmasına bir, iki saat var. Yavaş yavaş göle doğru inecek, turuncu bir topa dönüşecek, etrafını renklendirecek ve gidecek sanıyoruz. Öyle olmuyor. Önce hava bulutlanıyor, arkamızda kocaman bir gri bulut beliriyor. Gelmiş, adanın en tepesine oturmuş. Toprak ile arasında hiç boşluk yok neredeyse. Sanki ne kadar yüksekte olduğumuzu göstermek istiyor. O halde biz de başkalarına gösteririz belki diyor, bulutun fotoğrafını çekiyoruz. Sadece bir fotoğraf. Daha fazla değil.
Tekrar güneşe dönüyoruz. Beyaz bulutların renkleri değişmiş. Parça parça turunculaşmışlar. Buraya kadar her şey çok normal gözüküyor olabilir. Bizim için pek öyle değil. Öncelikle şunu belirtelim, bulutlardan dolayı şu an güneşin tam olarak nerede olduğunu bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, güneşi son gördüğümüz yer ile turunculaşan bulutlar arasındaki mesafe. Bulutları görmek için başımızı sola çevirmemiz gerekiyor. Güneş tam karşımızdayken, günbatımı solumuzda gerçekleşiyor. Biz güneş göle inecek diye beklerken, sola kaydı, bulutlara yayıldı ve gitti. Sonuna kadar beklemedik. Hava bulutlu olduğu için pek ilgimizi çekmedi. Nasıl olsa daha buradayız. Güzeline denk gelir, onu seyrederiz. Üstelik bu yolun daha inişi var. Karanlıkta. Kafa lambalarıyla, el fenerleriyle.
Tabii ki adada sokak lambası yok. Evlerden ya da otellerden gelen tek tük loş ışıklar aydınlatıyor sokakları sadece. Bir de karşıdan gelenin kafa lambası. Bazı yerlerse zifiri karanlık. Lambalarımızı açıyor, yolumuza devam ediyoruz. Basacağımız yeri görmek yetiyor bize, daha fazla ışık istemiyoruz.
“Burada elektrikler kesilse ne güzel olur,” diye düşünüyorum. Son gecemizde, biz otelin balkonunda otururken kesiliyor. Çok güzel oluyor. Fener ışıkları, ayın doğuşu, elini uzatsan dokunabilecek kadar yakın olduğun yıldızlar… Seyrediyoruz. Hiç konuşmadan. Belki on dakika, belki de saatlerce. Uykumuzun geldiğini fark edene kadar.
“Biz ne zamandır buradayız?”
“Bilmem…”
“Çok güzel değil mi?”
“Evet. Dönmek istemiyorum. Dönünce bir şeylerin bozulmasından korkuyorum. Şehrin beni içine çekip yok etmesinden…”
“Sen zaten tekrar geleceksin buralara, orası kesin.”
Yine susuyoruz. Başımı kaldırıyor, yıldızlara bakıyorum. Hiçbir şey düşünmeden, kaysalar diye beklemeden. Sadece bakıyorum. Gri bulutlar gelene, yağmur başlayana kadar.
İlginizi çekebilir: Pasifik kıyılarından Ekvador’a doğru bir yolculuk hikayesi