“Hayat bu; bir bakarsın her şey bir anda son bulur. Hayat bu; son dediğin an her şey bir anda can bulur.” Şems-i Tebrizi
Çokça yakınırız; evet istediklerimiz istediğimiz anda gerçekleşmeyebilir… Evet, çok sevdiğimiz kız arkadaşımız bizi terk edip gitmiştir… Evet, hiç aklımızda yokken, bizler onlarla daha uzun yıllar geçirmeyi hayal ederken annemizi veya babamızı veya farklı yakınlarımızı kaybedebiliriz… Evet, aklımızda dünyaya katacağımız birçok hedefimiz vardır, tanışacağımız yeni insanlar ve seyahat edeceğimiz yeni yerler… Fakat işte birden bir kaza oluverir; gözlerimizi yitiririz, hayatımız boyunca bizimle olacaklarını düşünmüşüzdür değil mi?
Bu yazımda dünyanın en büyük yüklerinden bahsedelim istiyorum, o “altından kalkamadığımız” sürekli şikâyet halinde olduklarımızdan? “Bu çocuklar bir türlü büyümedi, beni üzdüler, bir türlü dediklerimi yapmıyorlar” gibi cümleler duymaktayım ara ara. Ya şöyle bir kişi ile karşılaşsaydık? Bir çocuğunu bir kazada yitirmiş bir baba, askerde evladını şehit vermiş bir anne, belki eli veya ayağı tutmadığı için işlevini kaybetmiş bir organıyla çalışamaz hale gelmiş bir evlat, bunun acısına sancısına ve depresyonuna göğüs germek durumunda olan bir aile…
Bizim o muhteşem dünya yüklerimiz bu kadarla da kalmaz, başka örnekler de sıra sıra dizilir; “X beni hiç anlamıyor, bu ilişkide benden tam olarak ne bekliyor anlamıyorum. Bir türlü anlaşamıyoruz bu beni çok üzüyor… Ben bu hafta sonu bunu yapmak istedim o olmaz dedi. Sonra başka bir şey önerdi“.
Ama bunlar işte öyle muhteşem dertlerdir ki ben bir paragraf daha yazayım istiyorum. “Bana sevgililer gününde A değil de B almış“, “Beni pahalı yerlere götürmek konusunda hep çekinceli davranıyor“, “Ben bu kadını anlayamıyorum, ne desem benim dediğimin tersini yapıyor, istemediğim yemekleri pişiriyor“, “O adama mesaj atmamalısın diye söyledim, hala mesajlaşmaya devam ediyor“, “Evi buradan kiralamayalım diye kavga ettik ama o beni dinlemeden yine her şeye tek başına karar veriyor“…
Biraz daha devam edelim, “daha ağır” yüklere geçelim istiyorum; mesela hangi yemeği yiyeceğimiz konusunda sevgilisine fikir soran can-ım genç kızımızın “bana cevap vermedi” diye üzülerek gücenmesi örneği… İçinden geçenleri açıkladığında aynı cevabı alamadı diye dünyası yıkılan gencimizin üzüntüsü… Sadece gençlikle ilişkisi olmayan bir çantanın yeşil rengini almak isterken bu modelin kalmadığını öğrendiğinde “dünyası bomboş kalan” sevgili teyzemiz örneğin… “Beni nasıl böyle bir araca binmeye layık görebilir?” diye sorgulayarak, sevgili İstanbul beyefendimizi yatı, katı, arabası olmadığı için (yani şartları sağlayamadığı için reddeden) sevgili can-ım İstanbul hanımefendilerine…
İşte bizlerin öyle “büyük” dertlerimiz vardır ki şu hayatta baktığımız yerden ne aşmak, ne çözmek mümkündür… Ben bu yazımda sizinle başka kıyılara bakalım istiyorum, hani bizim o “aşılmaz” gördüğümüz tepelerimizi aşalım ve bakalım ki diğer kıyılarda neler yaşanmaktaymış? O bizim yanı başımızda bakalım ki Ali Bey sabah karanlığında simit satmaya çıkıyor, evde üç çocuğu var okula göndermesi gereken, eşi Ayşe Hanım aynı karanlıkta sadece bugün tamamlaması gereken beş evden daha ilkine gidiyor. Ne için? Akşam eve çocuklarını okula gözü geride kalmadan gönderebilmek için… Sizce çantanın yeşili, mavisi hayatının en “büyük” derdi olabilir mi? Sizce bu durumda “şikayet” etmeye değil hakkı, vakti olabilir mi? Ali Bey bir baba ve Ayşe Hanım da aramızdan bir anne… Ve bizler bugün oturduğumuz yerde dünyanın en ağır yüklerini taşıdığımızı iddia edebiliyoruz…
Peki, başka bir sahneye gidelim, bir yoğun bakım koridorundayız, hepimiz içeride annemizin son nefesini vermesini bekliyoruz. Belki aylarca o yaşasın diye uğraştık, kendi ömrümüzden alınsın da ona verilsin diye dua ettik… Bu kanseri yenmesi için “son günlerine hızla ilerlediğini bile bile” yine de onun için kanımızın son damlasına kadar savaştık… O hayata sadece bir gün daha tutunabilsin, bir gün daha gülümseyebilsin diye biz günümüzü günümüze kattık… Ağlayamadık, isyan edemedik, sadece her sabah “acaba bugün beni bırakacak mı?” diye uyanmaya devam ettik! İşte bu anda X yerinde yiyeceğimiz yemeğin, gelen son mesajın, A kişisinin yaptığı moral bozucu eleştirilerin, bitiremediğimiz sunumun veya katılamadığımız o çok ama çok önemli toplantının bir değeri kalıyor mu hayatımızda?
Şimdi bambaşka bir ana dönelim istiyorum, bir ailenin altıncı çocuğu olarak çok sevdiğimiz okulumuza gidiyoruz. Her gün eve döndüğümüzde iş bölümü var, hem ders çalışıyoruz, hem hayvanları otlatıyoruz. Ne de olsa anne ve babamıza yardımcı olmamız gerekli. Cebimizde öyle çok para olmuyor, olan paramızı test kitabına veriyoruz… Biz öyle şanslı çocuklardan da olamıyoruz ne yazık ki A saatinde iPhone, B saatinde iPad izleyemiyor, oynayamıyor ve hatta dokunamıyoruz bile… Bilmiyoruz… Ama işte diğer yanda biz öyle büyük dertlerle uğraşmaktayız ki ikinci iPhone cihazımızı alıyoruz da yine dertli oluyoruz neden, çünkü bize yetmiyor, çünkü bununla istediğimiz gibi mesaj gönderemeyiz, istediğimiz gibi hava atamayız ve ne yazık ki bu “bizim” ne kadar “varlıklı” bir kişi olduğumuzu göstermemiz için yeterli değildir… Derdimiz budur evet sonraki iPhone cihazını edinmektir, edinemediğimiz bu halimizle dünyanın en ağır yükleri bize verilmiştir, şikâyet ederiz…
Bugün bu yazımı okuyorsanız “şikayet” ettiklerinize ve bunlara verdiğiniz anlamlara bakmanızı dilerim. Bu hafta öyle konularla karşılaştım ki bu yazıyı yazmak içimde kalanlar açısından şart oldu… Hayata sadece kendi şikayetlerimiz cinsinden bakacak olursak evet “en ağır yükler” omuzlarımızdadır, fakat unutmayalım ki bizim yardımımıza muhtaç ve “durum” olarak çok daha dönülmez noktalarda olan yaşamlar vardır…
Hayat her daim güzeldir ki gören gözlerle bakabilene… Hayatta her daim yapılabilecek olan vardır ki yapmak isteyene. Ve hayatta her zaman “daha çok sevmek” ve “daha çok vermek” olasıdır ki “cömertçe” gönülden verebilecek kadar gönüllü olmayı bilene…
İlginizi çekebilir: En son ne zaman kendi kendini dinledin?