Bu hafta Hindistan, Pakistan, Gürcistan yok efendim. Bu sefer de egzantrik ülkeler yerine son zamanlarda yaşadığım biraz marjinal, bir o kadar orijinal ruh halimi keşfedeceksiniz. Allah sabır versin… Hem köşe benim köşem değil mi, ister köşe yastığı yapar, yaya yaya buraları dolaşırım; ister köşe kapmaca oynarım. Haftalardır Küba senin, Hindistan benim, daldan dala mutlu mesut hikayelerimi paylaştım. Ama benim de derdim, sıkıntılarım yok mu? Haşa, hatasız kul olmadığı gibi, dertsiz kul da olmuyor maalesef… Son günlerde hayatımın gün geçtikçe daha iyiye gideceğini düşünmeye çalıştım. Her sabah uyandığımda daha iyisi, daha hayırlısı için temennilerde bulundum. Neymiş efendim; evrene pozitif düşünce gönder, pozitif bir takım hareketler kucağına düşsün. İşte pek de öyle olamayabiliyormuş, ama yine de pozitif düşünceyi mümkün olduğunca elden bırakmamak gerekiyor galiba. Özellikle son birkaç gündür, Dokunmayın Şaban’ıma tadında, pazartesi sabahı modundan hallice, “yaklaşmayın, çizerim” segmentinde dolaşıyorum etrafta. Hayat; gerçekten onun evinde bir misafir olduğunu hissettiriyor bazen insana. Ne de olsa çoğu zaman umduğumuzdan ziyade bulduğumuzu yemek durumunda kalıyoruz. Evdeki hesap çarşıya uymayabiliyor yeri gelince. Biraz daha özlü söz kullanayım mı?
Büyük laflar, aslalar, dertler, dostlar ve daha bir sürü şey
Herkesin hayatta farklı farklı durumlarla sınandığını düşünüyorum. Kimimiz hastalıkla, kimimiz parasızlıkla, işsizlikle, açlıkla, kimimiz haksızlık ve daha bir sürü şeyle… Gün geliyor pes edip, isyan ediyoruz ama günün sonunda yine ayağa kalkıp, bütün bunları yaşamanın bizlere hayatta bir şeyler öğrettiğini düşünüyoruz. Öyle de oluyor gerçekten. Keza, büyük söz söylememeyi, “asla” dememeyi hayat tatlı tatlı öğretiyor bizlere. “Asla yapmam” dediğim her şeyi yıllar içinde bizzat yapmış bir kişi olarak, kendime dışarıdan bakmaya çalışıyorum. Belki de “asla yapmam” dediğimiz şeyler bir gün yapacağımızdan korktuğumuz, kendi içimizde onu yapma potansiyeli gördüğümüz durumlardır diye düşünmeden edemiyorum! Hayatın acımasız olduğunu, tükürdüğümüzü afiyetle olmasa da, yalamak durumunda kalabileceğimizi yaşım ilerledikçe daha iyi görebiliyorum. Her şey yolunda giderken, geleceği fazlacana dert etmem sonucunda evimin başıma yıkılması üzerine hayatımın kendimce tepetaklak olması, belki de bana yukardan gelen bir sinyal. Hayat her şeyi kafaya takmak için fazla kısa üstadım. Neyse ki böyle günlerde adına çok üzüldüğüm, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sındaki Raif Efendi gibi yalnız olmamam güç veriyor bana. “Boşver, sıkma canı, okşa patlıcanı” diyerek beni teselli edebilecek çok değerli dostlarım olmasıdır beni ayakta tutan. Aile can ise dostlar da canandır efendim. Zira dost; kocaman olan bir derdini senin gözünde un ufak etmeyi başarabilen, gönlünün kapılarını hiç düşünmeden sonuna kadar sana açabilen, çaresizliğin olmadığını bir bakışıyla anlatabilen, varlığıyla huzur veren, bir sözüyle gönlünü titreten, senle ağlayıp, senle gülebilen, ağlarken bile seni güldürmeyi başarabilendir. Ne mutlu bana ki onlardan bir sürü biriktirebilmişim!
TasaRRuf Edebiyatı
Bazen yazın yediğimiz hurmalar, kışın bir taraflarımızı tırmalayabiliyor. Mesela geçen gün “Dardayım ey, aney” şarkısını söyleyecek moddayken; zamanında Allahın Hindistan’ındaki falcıya 2100 rupi verdiğim, efendime söyleyeyim 45 pound ödeyip Çin’de yaşayan bir pandayı evlat edindiğim için yine kendime kısaca bir küfür etmedim diyemem. “Hem sen kendine bakabiliyor musun ki kalkıp Çin’deki pandanın sorumluluğunu alıyorsun be çocuğum?” derler adama. Allah akıl fikir versin, daha bir fasulye ayıklayacak becerim yokken, kalkıp panda alan zihniyetime sağlık. İşte yeri geliyor bunları bile düşünüyor insan, ama üzerinden iki dakika geçince; “Amaaan bir daha mı geleceğiz dünyaya!” bakış açısından yola çıkarak o anın tadını çıkardığım için “aferin” diyorum kendime. Ben o pandayı almasam, mamasını kim verecekti; o falcıya gitmesem ömrü billah “Acaba adam ne diyecekti, hayatın sırrını mı verecekti?” diye hayıflanmayacak mıydım, sorarım size. Değer mi, değmez! Tasarruf da bir yere kadar…
Çocuksan çocuk kal!
Keşke hayat hep çocukluğumuzda kurduğumuz hayaller gibi mutlu olsa, kimsenin derdi, tasası olmasa, hepimiz kardeş olsak, kol kola girip şirinler dansı yapsak. “İnsanlar el ele tutuşsa, hayat bayram olsa”. Tek derdimiz; doğum gününde Barbieli pasta yaptırmak, hediye olarak ne gelecek, yarın hangi oyunu oynayacağım olsa… Canımız acıdığında, birilerine kızdığımızda tüm çocuk filmlerinde olduğu gibi domuzcuk kumbaramızı kırıp, onun içindeki bozuk paralarla bir yerlere kaçabilsek keşke değil mi? Şimdi kumbarayı kırsak da kaçtığımız yerde düşünmekten kafayı kırarız muhtemelen. İnsan kendinden kaçamıyor en nihayetinde. Yine de, her şeye rağmen içimizde kalan çocuğu rahat bıraksak, arada çıkıp bir şeyler söylemesine, bize yön vermesine izin versek, ona kulak versek ne iyi olur aslında…
Yen(il)mek
Tabii ki bir fanusun içinde yetişmedim, hayat tozpembeydi de bir problemde bunları düşünmeme sebep olmadı. Ailem beni elinden geldiğince iyi koşullarda, kendilerine göre doğru olanı öğreterek, hiçbir sınırlama getirmeden, derslerim kötü olduğunda topuklarıma sıkmadan, hata yaptığımda yüzümü falçatayla çizmeden, tatlı tatlı yetiştirdiler sağ olsunlar. Ama gün geliyor, aile bir yerde jübilesini yapıyor. Bize de kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmek düşüyor. Evet, hayatta sadece iyi şeyler olacak diye bir şey yok. Düşmeden yürümeyi öğrenemiyor insan. Ama bazen kırılıyor, tökezliyor, umutsuzluğa kapılıyoruz. O sırada da aslında o kadar da yalnız olmadığımızı hissetmek istiyoruz. Böyle zamanlarda da yanımızda olmayan adama bile sövüp, “Gitti, bıraktı beni” diye kendimize acıyoruz. Acınacak bir şey yok. Ortada suç yok, suçlu yok. Dolayısıyla sövecek bir adam da yok! Hayatta yenmek de var, yenilmek de. Önemli olan yenildiğimizde küsmeden, kalkıp devam etmeyi başarabilmek. Samuel Beckett baba bile dememiş mi; “Hep denedin, hep yenildin. Olsun, gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil!” Bütün bu olumsuzluklar içinde gülmeyi hiçbir zaman bırakmadım, bırakamam. Eskisine nazaran daha fazla domuz suratımla etrafta dolaşsam da kahkahamdan ödün veremem. Ben gülmeyi hiçbir zaman unutmam, size de unutturmam! Hem “Her şey insanlar için” diye bir söz var ya. Bu aralar ona da taktım. Her özlü söz, anonim cümle mantıklı olacak değil ya! Hayvanlar için de bir şey yok mu, peki ya uzaylılar için…?
Hayat…
En yakın arkadaşlarımdan biri babasını kaybettiğinde; “Sevdiğin insanların öldüğü bir yer güzel olamaz, hayat hiç de güzel değilmiş” demişti. Ne kadar da canımı acıtmıştı kuzumun bu lafı. Onun içi acıdığında, benim ciğerim yanar, hiç ağlamayan gözlerinden yaşlar süzüldüğünde yüreğim cız eder. Ama işte hayat; mutluluk, hüzün, sağlık, hastalık, yaşam ve ölüm… Taşınmak kolay değil; bir evden taşınmak, anıları bırakmak, birinin yüreğinden, aklından taşınmak, bir ülkeden, şehirden taşınmak, hayattan taşınmak… Son günlerde ben de hayatın çok da güzel bir şey olmadığını düşünüyorum. Ama gelmişiz bir kere dünyaya, her şey muhteşem olmasa da yaşamak, her ne olursa olsun yaşamak, mutluluğu iliklerimize kadar hissetmek, sıkıntılara karşı dimdik ayakta durabilmek, başarıyı, yenilgiyi tadabilmek, aşık olmak, öğrenmek, sonsuza kadar öğrenmek, bir müziğin içimizde yarattığı coşkuyu hissetmek, gülmek, ağlamak… Tüm bu duygularla hayat güzel, hayat kötü, hayat yaşamaya değer…
Yazarın tüm yazıları için tıklayın.