Uzun yıllardır insan iletişimleri üzerine derin bir araştırma yapmaktayım. Araştırmalarımı yaparken sık sık arkama yaslanıp sadece insanları ve kendimi izliyorum. Kim ne diyor, neden diyor ve aslında ne yapmaya çalışıyor ve bunlar bende nasıl bir algı yaratıyor? Uzun uzun seyrederken kendi algılarımı denetliyorum. Gördüklerim karşısında bazen hani “Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım” diye kullanılan bir deyim var ya, o bile çok hafif kalıyor.
Eğitimli/eğitimsiz, genç/yaşlı, çocuk/yetişkin, erkek/kadın fark etmeksizin ciddi bir iletişim kopukluğu algılıyorum ve bu durumdan kimse rahatsız değil gibi geliyor. Sanki her birey kendi aklındakiler kadar yaşıyor gibi. Bir diğeriyle konuşuyor, ancak bir diğerini hiç algılamıyor gibi. Hep bir duymak istenenler var ve duymak istediklerini duymayınca ya kaçıp gidişler ya da öfkeyle karşı gelmelerle had bildirmeler, sürekli bir akıl verme çabasıyla kendi fikrini kabul ettirme girişimleri baskın gibi geliyor bana.
Sanki herkes herkesle rekabet halinde, savunma ve açıklamayla ya da şikâyet ve suçlamalarla hep kendi dışında gelişenleri yargılayıp kendilerini muazzam bir şekilde saklıyor gibi… “Beni gör! Beni duy! Beni sev! Beni önemse!” çığlıkları atarken korkularını bastırarak asıl gerçeklerden, kendileri için doğru olanlardan, ayaklarına kadar gelen asıl fırsatlardan kaçıyor gibiler.
Önce bunlar benden bana yansıyanlar mı diye uzun uzun değerlendirdim; öyle ya günümüzde bir de bu bakış açısına yönlendiren toplum normları var. Spiritüalizmin getirdiği bir akım: “Sende olmayanı görmezsin, gördüklerin senin aynan.” Birçok araştırmadan sonra benden bana yansıyanlar olmadığını gördüm çünkü benden bana yansıyanlar olsaydı insanları kişilikleriyle yorumlayan, yargılayan, haklarında bir fikir oluşturan olurdum. Kişisel bakardım. Oysa ben sadece izliyordum, yorum yapmadan, akıl yürütmeden bir film izler gibi izliyordum, öyleyse benden bana yansıyanlar olma ihtimalini de eleyebilirdim.
Birçok bilgiyle değerlendirdikten sonra Human Design bilgileriyle de ele almaya başladım çünkü Human Design der ki: “Her aura tipinin kendine dair bir yaşam işleyişi ve karar verme biçimi var.” Ya kendi işleyişlerine uygun yaşarlar ya da toplum normları ile şartlanarak yaşarlar. Aura tiplerine baktığımda aynı olmayan tiplerde de durum değişmiyordu, öyleyse en yakın olasılık şartlanarak yaşamaktı çünkü tüm kelimeler neredeyse birbirinin aynıydı.
Araştırmamı yapmaya başladığımda toplu taşıma araçlarının içine sızıp izliyordum. Birbirini tanımayan onlarca insan ya yanındakiyle ya telefonuyla konuşurken birbiriyle aynı kelimeleri kullanıyordu. Mesela: “Aynen-aynen!” “Ben dedim!” “Anlamıyorum.” “Anlamıyorlar.” “Nasıl yapar?” “Nasıl der?” “Vicdansız!” gibi.
Tüm bunların üstüne eve gidip televizyonu açardım, kadın programlarında, haberlerde, dizilerde aynı ifadeleri bulup o zamanlar 100 sayısına ulaşırdım. Öyle ya emin olmak için çok olasılıklı gözlemlere ihtiyacım vardı. Anlayacağınız, iddia ettiğim hiçbir şeyi birden çok gözlemi tamamlamadan ifade etmediğimdir. Bu alışkanlığım da bana tek bir olasılığa sığınarak hayatımı zehir etmek yerine çoklu olasılıklarla eğlenme imkânı kazandırıyor.
Çıkardığım sonuç doğrultusunda hayatın insanlara, insanların hayata katkı olması ve huzuru tatmasının yolu şuydu: Herkesin kendi işleyişini öğrenip ona göre davranmayı geliştirmesi. Doğru zamanda, doğru kişilere, doğru soruları sormayı öğrenmesiydi, olanı algılamadan cevap vermemeyi, kendine katkı olmayan, kendisinin katkı olmadığı yerlere burnunu sokmamasıydı. Kendi adına doğru kararları veremezken başkaları adına karar vermeyi bırakması gerekiyordu. Bu bana göre en kesin ve net iyileşme formülüydü, ancak bunu yapabilmek için önce durumu fark etmek gerekiyordu.
Bu duruma dikkat çekebilmek için bu makaleyi yazmaya başladım demek çok da yanlış olmaz.
Bu durum ne mi?
Duymak, görmek, elde etmek, değer kazanmak beklentisi dışında her şeye kendini kapatmak: Her ne olursa olsun, her ne söylenirse söylensin algılayamamak. Diğerleri hakkında hep bir fikir sahibi olduğunu sanıp onlar adına kararlar vermek. Sanki “Ben her şeyi biliyorum, sen hiçbir şey bilmiyorsun” havasında olmak gibi.
Tüm yazdıklarımı iki küçük kurguyla örneklemem gerekirse… Deniz ve Fatma isminde iki kurgu ismi olsun.
Deniz: Bugün çok yoruldum, ayağım fena ağrıyor.
Fatma: Benim uçuğum çıktı. Gece rüya gördüm. (Rüyayı anlatır.)
Deniz: O kadar çok yoruluyorum ki rüya bile görmüyorum. (Bütün gününü anlatır.)
Fatma: Aslında rüyalarım hep çıkıyor, ancak kimse beni ciddiye almıyor ki. (Annem, babam, eşim, kardeşim diye şikayete başlıyor.)
Deniz: Aslında böyle böyle yapmasalar bu kadar yorulmam. (Tüm çevresinden şikayetlerini anlatıyor.)
Diğer bir kurgu da Ece, annesi-babası-teyzesi ve kuzeniyle tatlı yerken olsun.
Ece tatlı yemiyor.
Neden tatlı yemiyorsun sorusunu sormak yerine:
Anne: Talcid’im var, vereyim de iç.
Ece: Midemle ilgili sıkıntım yok.
Teyze: Rennin vereyim, o daha iyi.
Ece: Midem kaynamıyor.
Baba: Yok, yok! Mide koruyucu hap iç.
Ece: Midem ağrımıyor ki!
Kuzen: Nane-limon kaynatayım.
Ece: Midem bulanmıyor.
Ece’nin sevmediği bir tatlı olduğu için yemediğini bir türlü görmemek ve anlamak istemeyenler kadar, Ece de tatlıyı sevmediğini gizler. Adına paylaşmak, sohbet etmek veya birlikte vakit geçirmek denilen bu diyaloglarda aslında ne oluyor? Birbirlerini gerçekten algılıyorlar mı? Kendilerine veya birbirilerine ne katıyorlar? İsimler kurgu olabilir ancak diyaloglar hemen hemen her yerde oldukça sık karşılaştığım diyaloglar.
Peki! Sen, okuyucu! Kendine bu okuduklarından ne kattın? Yoksa yazarı ve anlatılanları kendine göre akıl yürüterek yorumlayıp bıraktın mı? Ya da hiç ilgini çekmedi mi? Yoksa beni çok mu haklı buldun, sen de aynı dertten mi mustaripsin? Neler yazdığını algılayamadın mı?
Öyleyse özetleyeyim… Gittikçe hastalığa ve şiddete dönüşen toplum alışkanlıklarına dikkatleri çekmeye çalışıyorum; kopyala yapıştır hayatlara… Soru sormayı bilmeyen ve söylenenleri anlamakta zorlanan insan topluluklarının artışına işaret ediyorum.
Bulaşıcı hastalık gibi yayılmakta ezber edip, tekrara giren alışkanlıklarla kayboluşları fark ettirmeye çabalıyorum. Ne istediğini söyleyemeyenlerin korkularını gösteriyorum. Sorulara cevap vermek yerine akıl vermelerin fırsatları tepmek olduğunu söylüyorum. Soru sormak yerine başkaları adına karar vermekle onların nasıl değersizleştirildiğinin görülmesi için ışık tutuyorum. Kendini saklayıp, yargılamayı ve eleştirmeyi görev edinmenin kendi korkularını nasıl büyüttüğünü fark ettirmeye çabalıyorum. Sonra da beklentilerinde yaşanan çöküşlerle meydana çıkan acı, öfke, karamsarlık ve hayal kırıklıklarına tek tek nasıl SEN sebep olduğunu gör diye dikkatini çekmeye çalışıyorum.
Oysa doğru zamanda, doğru yerde, doğru soruları sorabilmek hayat kurtarır; huzur, başarı, memnuniyet ve fırsatlarla dopdolu, hareketli ve heyecanlı bir yaşamı getirir; dinlemeyi, algılamayı öğrenip doğru zamanda doğru soruları sormak…
Şimdi, aklınızdan geçenleri durdurup okuduklarınızı algılamıyorsanız bir daha okumanızı öneririm ve gerekirse bir daha. Sonra sizin için en uygun soruyu kendinizden bir şey katmadan sorabilir misiniz? Çünkü yaşam, “herkes kendini her şeye katsın” üzerine değil, “herkes kendine bir şeyler katsın” üzerine kurgulanmış; hayat insanı, hayatı desteklediğinde destekler…
“Anlamadım, ne demek istediniz? Soru sormayı mı öğrenmeliyim? Doğru zaman, doğru yer ne demek?” gibi kısa, net ve anlaşılır soruları sormaya başlayan bir toplumda her birey algılanır ve cevaplanır. Herhangi bir açıklama yapmadan, kendi tahminlerini ve olasılıklarını ilave etmeden soru sormak ve aynı şekilde soruları algıladıktan sonra cevaplamaya çalışmak hayat kurtarır. Hayatın size yaşadıklarınızla veya insanlar aracılığıyla getirdiği soruları görmeniz ve katıksız katkı olabildiğiniz sorular sorabilmeniz dileğim…
Hayata doğru soruyu sorun, hayat size uygun şekilde cevaplar getirsin. Her şeyi bilen olunca hayattan cevaplar alamazsınız. Hem bilen hem bekleyen olunmaz. Bana bir soru sormak ister misiniz?
İlginizi çekebilir: Sıradan biri olmak mı, yoksa sıradışı olmak mı?