Ben benim hayatıma iyi gelen, kalbimi temizleyen, ruhumu hafifleten bilgilere inanmayı seçen biriyim. Kalbim ve vicdanım ise bu hayat yolunda en büyük yol göstericilerimdir.
“Bu hayata neden geldik?” sorusu insanoğlunun kendisine sorduğu en büyük sorulardan bir tanesi. Herkesin kendi inançları doğrultusunda cevapları da var tabi. Ben bu yazımda hocam Ezgi Sorman’dan öğrendiklerimle okuduklarımı harmanlayıp bu doğrultudaki bildiğimi, inandığımı aktarmak isterim.
Yükseklerde bir yer var, asıl evimiz olan. Geldiğimiz yer, geri döneceğimiz yer olan. Her şeyin mükemmel olduğu, neşenin, coşkunun, sevginin, aşkın, mutluluğun, dinginliğin çoğalarak yükselip parladığı. Başka hiçbir şeyin yer almadığı ve bilinmediği. Farklılığın olmadığı, her şeyin bir ve bütün olduğu. Sonsuz olduğumuz, sınırsız. Bolluk-bereketin dolup taştığı yer. Ait olduğumuz asıl yer.
Böyle bir yer varken ve sonsuzken neden sınırlı olan insan bedenine girip çoğumuzun korkunç bulduğu bu dünyaya inmek isteyelim ki? Değil mi? Mantıksız geliyor kulağa. Yani ben bu kısmı epey sorgulamıştım. Hala da zorluklar yaşadığımda kendime sinirlenirim: “Deliyim herhalde bu dünyaya gelmeyi seçmişim!” diye. Ama tabii bu anlar o öfke anlarımda çıkar ağzımdan. Sakinleşince yine hayatın güzelliğine, deneyimlerin bana verdiklerine şükrederim.
Aslında asıl evimiz olan yerde bahsettiğim var olan şeyler tamamen olgular. Hisler değil. Yani orada öyleyiz ama his yok. His olmayınca da anlamıyoruz aslında ne kadar tam, bütün ve mükemmel olduğumuzu.
Hisler, çoğu zaman şikayet etsek de insana verilmiş en harika şeyler! Onların aracılığıyla anlıyoruz iyiyi, güzeli, tatlıyı, çirkini. Aslında onların sayesinde keşfediyoruz hayatı, tanıyoruz kendimizi. E yukarıdaki asıl evimizde de hisse dair hiçbir şey olmayınca çok bir şey de anlamıyoruz sanırsam ki içinde bulunduğumuz mükemmel yerden, mükemmel varoluşumuzdan. Anlamak için iniyoruz dünyaya sanki. Çünkü ancak zıttıyla anlıyoruz bir olguyu. Ve kendimizi zıtlıklar dünyasının tam ortasında buluveriyoruz indiğimiz an buraya. Aslına bakarsanız kendimizi gerçekleştirmek için harika bir fırsatın tam da ortasına düşüveriyoruz!
İçinde bulunduğumuz dünyaya ben “oyun alanı” diyorum. Nasıl küçük bir çocuğu parka götürdüğünde heyecandan gözleri parlar ve her farklı oyuncağı denemek ister, sanki ruhlarımızın da insan bedeni içerisinde dünyada yapmak istediği bu. Doğduğumuz andan itibaren her bir deneyim/tecrübe denenecek bir oyuncak gibi sanki. Yemek yemek nasıl bir şey acaba, ya okula gitmek, kardeşle kavga etmek nasıl bir şeydir, sevgiliyle sarılmak, yürüyememek, evhamlı bir babanın kızı olmak, engelli bir bedende dünyaya gelmek? Aslında kendimizi bu deneyimler aracılığıyla gerçekleştiriyoruz.
Buradan bakınca da aslında iyi, kötü, doğru, yanlış olmuyor değil mi? Sadece deneyim var oluyor. Biz acı çekerken hayata lanet ederken sınırlı zihnimizle, aslında ruhumuz halinden hoşnut. Çünkü hissediyor! Çünkü acı ne demek deneyimliyor, tanışıyor, anlıyor. O sadece deneyimde. Biziz aslında yaşadıklarımızın getirdiği hislere tutunup kalmayı tercih eden. Bir olay sonrasında hayal kırıklığı yaşadığımızda yapışıyoruz o hayal kırıklığına. Başını, sonunu, enini, boyunu didik didik ediyoruz. Hâlbuki bu durumun bir deneyim olduğu bilinciyle yaklaşsak, gelen her duyguya izin versek, hissetsek ama yapışmasak… Tadı damağımızda kalacak harika bir hayat yaşıyor olmaz mıyız?
Yani ben diyorum ki hayata bir de bu açıdan bakmayı denesek? Her şeyin aslında bir deneyim olduğunu, hayatın kendimizi yaşamak için harika bir oyun parkuru olduğunu, hoşumuza gitmeyen ve kaçtığımız sevimsiz hislerin de aslında mutluluk kadar doğal ve onunla aynı değerde olduğunu, her yaşadığımıza bir çocuğun bir oyuncağı keşfedercesine hevesli yaklaşması gibi yaklaşsak, her şeyin geçici olduğunu bilsek ve gelen tüm hislere izin verip fazlasının sadece kendimiz onlara tutunmayı seçtiğimiz için var olduğunu hatırlatsak kendimize, hayatı daha hafif bir yerden yaşıyor olmaz mıyız?
Ne dersiniz?
İlginizi çekebilir: Eğitimi deneyime dönüştürmede bir yol: Zihnin araçları