“Neyi feda edersen, o sana ihsan edilir. Neye kıyamazsan, onunla da sınanırsın.” – Mevlana Celaleddin Rumi
Hayatta bizleri en çok üzen, en çok kalbimizi acıtan aslında her daim en çok sevdiklerimizdir… En fazla kalbimize yakın tuttuklarımızdır. Annemiz, babamız, sevgilimiz, nişanlımız, eşimiz veya sadece sevip de henüz söyleyemediklerimiz… Ben bugün sizlerle birlikte bu “çok” sevdiklerimize ve onlardan aldığımız yaralarımıza daha yakından bakalım istiyorum.
Neden yaralanırız? Yani o çok ama çok sevdiklerimiz bizim canımızı nasıl olur da bu kadar derinden yakabilir? Bunun en çözümlenmemiş olan sebebi “kabul” verebilmek, yani kabul etmektir aslında. Bizler, o çok sevdiklerimizin “tercihlerine” kabul veremeyiz; işte bu bizi içten içe yiyip bitirir…
Hemen birkaç örnekle “kabul veremediğimiz” durumlara bakalım… Çok sevdiğimiz bir eşin ihanetine uğradığımızda ne hissederiz? İlk aklımıza gelen “yok canım, o böyle şeyler yapmaz” olur değil mi? Yakıştıramayız, inanamayız ve hatta bize yalan söylendiğini bile düşünebiliriz… Bu kadarla kalmaz tabii ki durumun “gerçekliğini” kendi gözlerimizle gördüğümüz durumda bile “kabul vermek” zordur; “olsun” deriz; hani vardır ya “bağrımıza taş basarız”. Kendi kendimizi yine de avutmaya çalışırız…
Sonra bir an gelir, artık olanı ve açıkçası “biteni” yani bir ihanetin gerçekliğini, diğer kişinin başka bir kişiye duyduğu hislerini, bizler her ne kadar inanamıyor olsak da, bunun da hayatın bir parçası olduğunu, nasıl bizler bir sevgi içerisindeysek, o çok sevdiğimiz kişinin de özgür iradesi ile “diğer” kişiyi seçtiğini görür ve evet “kabul veririz”.
Babamız veya annemiz… Hatalar yapmıştır, bizi erken yaşta terk edip gitmişlerdir veya ayrılmışlardır. Ama öyle olur ki biz buna kabul veremeyiz. Nasıl olabilir, yıllardır bir arada olan bizim annemiz o bizim babamız olan “kocaman” insanlar nasıl geçinemez olmuştur değil mi? Yıllarca bize “babalık” etmiş olan sevgili babamız bu sorumluluğu yokmuş gibi öylece çekip gidebilir mi? Baba olmak insan olmaktan çok daha önce gelmelidir değil mi bizlerin nazarında!
Ama, işte bunların hepsi de hayatın bir parçasıdır. Anne veya babalarımız da hata yapabilirler, onlar da çocukları olmuş olsa da “insan” olmaya devam etmektedirler, hayat yollarını yürümeye ellerinden geldiğinde kendi hayatlarını sürdürmeye ve en önemlisi dünyaya bir çocuk getirdiler diye tüm ömürlerini “buna” bağlı olarak sürdürmek gibi bir beklentiye “cevap vermek” için programlanmamışlardır… Onlar da “insandır” ve anne veya baba olmuş olmak asıl “insan” olmak sorumluluğunu değiştirmemektedir…
Bizler bekleriz, annemiz veya babamız için her daim, her an dünyanın tek merkezi olalım. Ama aynı şey bizi bunalttığında özgür olmak isteriz, hesap vermeyelim. Nerede, ne zaman, nasıl olduğumuz sorgulanmasın ama yine de annemiz veya babamız tüm hayatlarını bize göre şekillendirsin… Sırf “ben” mutlu olacağım diye “mutsuz” bir birlikteliği devam ettirsinler veya sırf “Diğerleri ne der?” diye düşünerek kendi hayatlarından öylece vazgeçsinler?
Bu beklentiler ne kadar doğrudur? Ve sonunda işte “kabul veririz”. Biz kendi hakkımız olduğu kadar bir anne veya babanın da özgür iradesi olduğuna, kendi yollarını yürümeleri gerekiyorsa, bu yolu korkusuzca yürümeleri gerektiğine… Bizlerin yapabileceğimiz en güzel şeyin onları “seçimlerinden” (veya bizim tercih ettiklerimizi tercih etmediklerinden seçmediklerinden) dolayı yargılamamak olduğuna kabul veririz…
İşte bu noktada “incinmek” duygumuz ortadan kaybolur, incinmeye gerek yoktur çünkü hayatta bizlere “karşı” olarak yapılmış bir şey yoktur… En önemlisi ise “kabul verdiğimiz” anda “beklenti” son bulur. Beklenti tanımı “gittiğinde” geriye “karşılanmamış” bir şey de kalmaz. Beklentimiz sonsuza kadar bir adam veya kadınla birlikte olmak olmadığında, sadece “sevmek” hissi önemli olduğunda, ayrılmak da “kabul verilemez” bir kavram olmaktan çıkar. Sadece o kişiye hayat yolunda sonsuz bir sevgi ile eşlik etmiş oluruz. Ve ayrılıklarımıza bu pencereden bakabiliriz. Artık, her iki kişinin de kendi özgür iradesi ile kendi yollarında yürümesi gerekmektedir…
Anne ve babamız bu “isimde” oldukları için “kabul verdiğimiz” birlikteliklerini tamamladıklarında bunun sonsuz olması beklentimizi algımızdan sildiğimizde aslında “tatmin olmayan” bir isteğimiz de yoktur… Sadece hayat kalır geriye, kavuşmak da ayrılmak da hayatın parçasıdır. Birini diğerinden ayırmak, diğerinden daha hayırlı veya hayırsız görmek de mümkün değildir. Önemli olan o kişilerin “mutlu olması” olur ve bizleri de mutlu eden oluverir onların mutlu olduğunu bilmek…
Bugün bu yazımı okuyorsanız bu çok önemli konuya kendi içinizde bakmanızı dilerim; hayatta özellikle o en çok sevdiklerinizle ilgili neye “kabul verememektesiniz” ve bunu yapamadığınız için öncelikle kendinizi sonra onları nasıl ve neyle cezalandırmaktasınız? Onların özgür iradelerine “hayatlarına” ve kim olmak istediklerine saygınız var mı? Eğer aynı şekilde yargılansaydınız nasıl hissederdiniz?
“Kabul vermek” hayatı tam anlamıyla ve “hayat” gözünden görebilmek demektir, bugün yürümekte olduğumuz yollar bizlerin hayatlarımızla olduğu kadar, ilişkide olduğumuz herkesin hayatlarının da birer parçasıdır. Bizler nasıl “yolumuza” sahip çıkıyorsak, kimsenin engel olmasını ve değiştirmesini istemiyorsak; “her ne kalıpta” olursa olsun başka herhangi bir kişiye de bunu yapmak hakkımız yoktur…
“Kabul verebilmek” güzeldir… Denge bizim “içimizde”…
İlginizi çekebilir: Aşkın en sevdiği: Ben halini ortaya çıkartmak