Cennetim o kadar uzaktı ki, güneş batmadan yola çıkardık. Uykumuz bölünüp durduğundan iyice uzun görünecek bir gecenin sonunda oraya varacağımızı bilip sevinir, 16 saatlik yolculuğun yorucu olacağını ise hiç düşünmezdik, çünkü çocuktuk, yorulmazdık.
Şehirden uzaklaştıkça hafiflerdik, gittikçe basan karanlık bizim hafifliğimizi de bastırır, akşam yemeğinden sonra biraz daha Atlas dergisi okuyup bizim de “yolda” olmamıza sevinir, yavaş yavaş uykuya dalardık. Üç dört saatte bir yeni bir yerde uyanmak bir çocuk için nasıl bir maceradır! Tadına varırdık. Her indiğimizde aldığımız hava daha temiz, daha güzel gelirdi, çünkü şehir gerideydi artık ve biz Ege’deydik…
Hele sabaha karşı çorba içtikten sonra yola çıkmaya hazırlanırken dağların arkasından izini belli eden yeni günün ışığı nasıl da büyülüydü, çünkü yeni günde cennetimize varacaktık. Sabah uyandığımızda bir yanımız zakkumlar, bir yanımız dereler (daha kurutulmamıştı o zaman), çamlar (daha kesilmemişti o zaman), bazen rastladığımız leylekler (biri bir keresinde okaliptüslü yolun orada camımıza çarpmıştı) görür, epey yol aldığımızı anlardık. Şoförün sigara içmesi, en öne oturup bütün gece gözünü şoförden ayırmayan babaannemi rahatsız ama daha çok mutlu ederdi, böylece şoförün uyuklamadığını anlardı çünkü…
Yeni günün güneşi yükselmeye başladığında artık yeni bir coğrafyada, hatta yeni bir dünyada olduğumuzun sevinciyle kalan saatleri zor tamam ederdik. Her anlamda zordu çünkü oraya ulaşmak öyle kolay değildi, daracık yolları döne döne midemiz kalkar, hatta bazen uçuruma yuvarlanacağız diye korkardık. En sonunda dağımız uzaklardan görünür, vardığımızı müjdelerdi. Yol bitip de dışarı çıktığımızda çam kokusu mu sarhoş ederdi, binlerce ağustos böceğinin şarkısı mı, cennete vardığımızın mutluluğu mu? Herhalde hepsi.
Yola çıkıp çok güzel bir yere varacağını düşünmek, o yere varmaktan daha güzeldir bence. Ama buraya varmak ve burada olmak, burayı düşlemek kadar güzeldi. Büyüdüğümde bu hissi bir daha hiç yaşamadım.
Ben bu cennette büyüdüm. Dev çamların arasında bisiklete binmeyi öğrendim. Öğleden sonra çıkan rüzgarda Simi’ye doğru sörf yapmayı öğrendim. Bir yanda ay alçalıp diğer yanda güneş doğarken kumlarda uyanıp denize girmenin ne zevkli olduğunu bildim. Ege’nin cam gibi sularında mürenleri, orfozları tanıdım, denizin altının üstünden bile güzel olduğunu gördüm. Keçi gibi dağlara tırmanıp dünyanın zirvesine çıkabileceğimi, dünyanın ne güzel ve ne büyük, benim de ne küçük olduğumu hissettim, bu his içime yerleşti. Çamlara, zeytinlere, kayalara, dağlara, denize sonsuz saygı ve sevgi büyüdü içimde. Dönüş yolu hiç görünmesin istedim.
İlginizi çekebilir: Hayatı mı kendinize uydurmaya çalışıyorsunuz, kendinizi mi hayata?